27 Mart 2013 Çarşamba

XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi / Ahmet Hamdi Tanpınar

"Hakikatte ise şiirimiz 16. asırdan itibaren (...) etrafında teşekkül ettiği beyit estetiğinden çıkamadığı, diğer taraftan insan değişmediği, kâinat görüşü aynı kaldığı için hamlesi hep aynı duvarlara çarparak durmuştur..."

Tanpınar'ın Şiir Dünyası - Mehmet Kaplan

"Ben Tanpınar'a her dönüşümde yeni bir şeyler öğrendim. Yazarın eseri ile hayatı, devri ve beslendiği kaynaklar arasında elbette münasebetler vardır, fakat bence su, toprak, güneş ve gübre gülü nasıl izah etmezse, biyografi, devir ve kaynaklar da orijinal bir sanatçının eserini izah etmez. Eser, yazılırken ortaya çıkar. (...) Tanpınar, şuurlu olarak bu inanca sahipti.."

Yabancı / Albert Camus

‘’Herkes bilir ki, hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu , binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi.fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu. insan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu... ‘’

Hancı / Samiha AYVERDİ

“Handır bu gönlüm, ya misafirhane… Derd konuklar, derman konuklar, hayâl konuklar, melâl konuklar; mümkün konuklar, muhal konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan. Handır bu gönüm yıkık dökük… Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, câhil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan…”

25 Mart 2013 Pazartesi

Kültür ve Medeniyet / Nurettin Topçu

‘’İdealist kendi alakalarının ve kendi sevdalarının dışında, kendi bağlı bulunduğu cemaatin arkasında sonsuzluğa götüren ufukların süvarisidir.‘’

Kemal Tahir'e Mahpusaneden Mektuplar / Nazım Hikmet

Merhaba!

Kardeşim Kemal Tahir, 

Mektubuna senin sırayı güderek cevap vereceğim. Uyandırılmış Toprak, roman ve sanat eseri olarak, elbette ki, Gogol, Tolstoy, Balzac filan gibi büyüklerden sonra okunursa ve onlarla ölçülürse bir hayli acemi kalır. Hatta ondan bir gömlek daha kuvvetli olan Sakin Don Üzerinde romanı bile böyledir. Fakat Şolohof'da, bütün şartları göz önünde tutulursa, yeni ve büyüksosyalist edebiyatına ilk defa getirdiği bir realizm cesareti var ki, bence onun bu edebiyatta şimdilik yaptığı en büyük başarı budur. Yoksa romancı kültürü bakımından Aleksi Tolstoy ve Ehrenburg'la da hâlâ övünülemez. Ama dediğim gibi, bu mukayesede de bir hal var ki Şolohof'un lehinedir: Gerek Aleksi Tolstoy, gerekse Ehrenburg, tabir caizse, münevverlik tabakasından gelen büyük romancıların, büyük Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, Gogol'ün, Balzac'ın filan ilk göbekte inen mirasçılarıdır ve onların bütün nakise ve meziyetlerini tevarüs etmişlerdir.
Halbuki Şolohof bu büyük münevver romancı neslinin mirasını elbette ki kullanmakla beraber, hatta bazen bunu beceriksizce kullandığı halde, esas itibariyle yeni sosyalist şeraitindeki, tabir caizse, insanın, halkın ve hatta sosyalist köylü ve amelenin içinden çıkmadır. Bu bakımdan onun sosyalist edebiyatındaki rolü bence çok mühimdir.

…….


London'da iki taraf var: Şehvetle kadın etini ve içkiyi sevmesinden başlayarak sensüaliteye olan dehşetli bağlılığı ve zaman zaman burdan gelen reybilik ve diğer taraftan yeni bir insan dünyasına inanışı. Bu iki taraf onda boyuna çarpışıyor. Ve sosyal şartları, o muazzam ve benim bütün kusurlarıyla pek çok sevdiğim yazıcıyı bir tereddütlü çıkmaza sokuyor. London hakkında Sinclair'in Altın Zincir isimli kitabında çok enteresan bir etüt okumuştum.

Roman bahsine tekrar dönmek lüzumsuz. Yalnız Nurullah Ataç'ın Gorki için söylediklerini asla kabul etmiyorum. Bilakis, Gorki insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü yeryüzünün en büyük şairidir. Ama Nurullah, Gorki'yi bildiğimiz manada roman ölçüsüne vurmuşsa kabahat kendinde. Gorki'ye romancı demek Marx'a sadece iktisatçı demek kadar gülünçtür. Bu bahsi de uzatmakta mana yok. En büyük şair, ressam ve musikişinas ve kavga adamı Gorki'yi bir Balzac, bir Tolstoy ve bir Dostoyevski filan gibi romancı ölçüsüyle ölçmek ve öylece hüküm vermek eşekliğin dik âlâsı olur. Sana bir şey söyleyeyim mi, Kemal, roman hakkında filân kâfi derecede konuştuk, lütfen otur ve yaz. Sana söz veriyorum ki iyi ve mükemmel yazacaksın.

Ingiliz romanı hakkında benim şöyle bir kanaatim var: Epeyce okudum; bana sorarsan, ana hattında Ingiliz romanı Dickens vesaire gibi mümessilleriyle küçük burjuva lirizmini, küçük burjuva yumuşak soyundan tenkidci anarşizmini ve küçük burjuva santimantalizmini realizmin potasında eritmeye çalışarak büyük ve bazen göz yaşartacak eserler vermiştir. Ama, ne bileyim, bazen bu santimantalizm ve bazen dört başı mamur fıkracılık bu çeşit romanın zaafı, darlığı ve sadece romandan başka şey olmaması keyfiyetini doğuruyor. Kipling gibi mümessilleriyle Ingiliz romanı ise 'Ingiliz Imparatorluğu gibi mazbut' daha doğrusu dışından mazbut ve şahane bir şeydir. Ama ben Ingiliz romanında, hatta Amerikan romanlarında olduğu kadar, büyük insan meselelerini cesaretle işleyen bir örnek görmedim. Bak Ingiliz tiyatrosu başka. Hatta Ingiliz şiiri de öyle. Tiyatrosu da, şiiri de elbette ki Halide Edip ve Nurullah Ataç'ın hudutlarını aşan bir şey, ama romanı, ana hatlarında tam bu bayla bu bayanın anlayacakları soydan.

Sana on beş lira yolladıktan sonra, derhal bir on lira daha gönderdim. Alınca bildir. Bayram ertesi yine para yollarım. Tercüme işinden para alamadık, ama tezgâhlar biraz işledi.

Af meselesi hakkında Sefer'e söyleyecek sözüm kalmadı sanıyorum. Meclis 1 Teşrinisanide toplandığına ve bir af layihası yapılacağı söylendiğine göre, af yok. Ama belki başka bir vesileyle bir şeyler yaparlar, orasını bilmem. Sefer'e böyle hiç istemediği bir haberi verdiğim için çok müteessirim.

Piraye'den mektup aldım. Sana çok selam ediyor. Onun da başında bir dert var: Bizim kız, istemediği, yani Piraye'nin beğenmediği bir delikanlıya varıyormuş. Üzüntü içinde. Elimden geldiği kadar bunun o kadar da haiz-i ehemmiyet olmadığını anlatmaya çalıştım. Kaynana damat nasıl olsa anlaşırlar. Yani yakında, Piraye nine, ben dede olabilirim.

Seni hasretle kucaklar arkadaşlarına selam ederim.

Bir Adam Yaratmak / Necip Fazıl Kısakürek

Kimse bana kendim kadar düşman değil .
Keşke ben de kendimden gizlenebilsem. 
Ben de bir insanım hiç bir fevkaledeliğim yok.
Bir kadere bağlıyım. Bir takım zaaflarla doluyum. Belki herkesten daha zayıfım. 
Düşünmek istemiyorum diye bağırmak, ulumak istiyorum. Düşünmek istemiyorum! 
Düşünmek istemiyorum!..

Ruh Adam / Hüseyin Nihal Atsız

‘’Onda beni şaşırtan şey, bu meseleleri kendine bağlayış tarzı idi. Belki başından beri çiftçi bir aileden gelmesi ona şehir hayatını yadırgatmış, bir nevi çok gizli bir fert ve cemiyet problemi ortaya atmıştı. Belki de tabiatında isyan hissi vardı.
Şurasını da söyleyeyim ki bütün bunlar daima yaşını hususiyetleriyle karışırdı. Bu hal, ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın, onun konuşmasına, duruşlarına, bahar başlangıçlarının – tıpkı henüz kat’i şeklini almamış, sağlam, katıksız dünya görüşünün malı olmamış bir yığın heves ve fanteziyle dolu bazı sanat eserleri gibi – sıtmalı lezzetini yapan çok tatlı bir tereddüt, bir yarı yolda kalma hissini katıyordu. Hatta daha ileri gidip diyebilirim ki bu erken uyanışta devam edip giden bu çocukluk esas zemini yapıyordu.
Bize olgun görünen insanların çoğunda bu vardır. Çünkü çocukluk, yalnız sonu ergenliğe, rüşte varan bir yol değildir. O aynı zamanda bir yığın tatlı hususiyetin, tabiatla derin kaynaşmanın, hayata her tecrübeden uzak şahsi bir kayışın mevsimidir. Onu kendinde kuvvetle devam ettirebilenler, daha ziyade şahsiyetlerindeki aksayışlara sevilirler.’’

20 Mart 2013 Çarşamba

Naili-i Kadim

hevâ-yı aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz 
nesîm-i subha refîkız bahâre dek gideriz 

(Aşk havasına(arzusuna) uyarak sevgilinin bulunduğu yere kadar gideriz,
Sabah rüzgârına arkadaş olmuşuz,bahara kadar gideriz.)

palâs-pâre-i rindî be-dûş u kâse be-kef
zekât-ı mey verilir bir diyâre dek gideriz

(Rindlik çulu omzumuzda ve kase elimizde,
Şarabın zekâtının verildiği ülkeye kadar gideriz.)

tarîk-ı fâkada hem-kefş olup senâyî’ye
cenâb-ı külhânî-i lâyhâre dek gideriz

(Fakr’yoksulluk’ yolunda Senâi’ye ayak uydurup,
Külhâni-i Lâyhâr Hazretleri’ne kadar gideriz.)

verip tezelzül-i mansûr’u sakf-ı arşa tamâm
hudâ hudâ diyerek pây-ı dâre dek gideriz

(Arşın dizine Mansûr’un verdiği sarsıntıyı,titremeyi verip,
Allah!Allah! diye darağacının altına kadar gideriz.)

ederse kand-i lebin hâtır-ı mezâka hutûr
diyâr-ı mısr’a değil kandehâr’a dek gideriz

(Dudağının şekeri damağımızın hatırına bir düşerse,
Değil Mısır diyârna,Kandehar’a kadar gideriz.)

felek girerse kef-i nâilî’ye dâmânın
seninle mahkeme-i kirdgâre dek gideriz

(Ey Felek!Şâyet eteğin –ben-Nâili’nin eline girerse,
Seninle ‘hesaplaşmak için’ Allah’ın mahkemesine kadar gideriz.)

Ermiş / Halil CİBRAN

‘’Istırabınızın çoğu kendi tercihinizdir. İçinizdeki hekimin hasta benliğinizi tedavi ettiği kekre bir iksirdir o.’’

Yalnızlıklar/Hasan Ali Toptaş

kimileri düşer yalnızlığa,
kimileri yükselir.

düşenler için ufuk yoktur artık;
bütün renkler beyazdır,
sesler birdir
ve yarın belki'dir,
dün süphelidir,
bugün nerededir?
üstelik, sular kaskatıdır,
yönler düğümlenmiştir.
ve aynadır her şey;
tozludur anılarla,
kat kat kirdir.

düşenler için yalnızlık,
durup dinlenmeden akan susuz bir nehirdir.

yükselenlere eşsiz bir ülkedir yalnızlık;
orada içlerini kazarlar sürekli,
derialtı şehirlerine inerler
ve kendileriyle tanışırlar her gün,
her saat, her dakika, her an,
her canavar
ve her kuzu kendileriyle tanışırlar.
sonra, kendileriyle
kendilerinde başlayan insanlığın arasına otururlar.
önlerinde buruşuk örtüler vardır,
yorgun maskeler,
uyuyan özlemler,
tılsımlar sonra
ve masmavi küfleriyle şablonlar
-ki hepsi düştükleri yalnızlıktan gelmiştir
yükseldikleri yalnızlığa...

şaşırmışlardır,
şaşırırlar
ve elbette şaşıracağızdır.
yalnızlık biraz da şaşırmaktır şaşıramadıklarımıza...


 

19 Mart 2013 Salı

Huzur/Ahmet Hamdi Tanpınar

Mümtaz bu dükkâna bakarken hiç farkında olmadan Mallerme’nin mısraını hatırladı: “Meçhul bir felaketten buraya düşmüş…” Buraya bu tozlu dükkâna, bu davarına elle yapılmış triko çorapların asıldığı yere… Yanı başında tahta kepenkli, peykeli, eskimiş seccadeli dükkânlarında, aynı zengin ve uzaktan bakınca büyülü ananenin hikmetleri ebediyete kadar türlü tasnif fikrine yabancı bir istif içinde, raflarda rahle, sandalye üstlerinde, dükkânın döşemesi üzerinde üst üste, sanki gömülmeğe hazırlanıyorlarmış yahut gömülü buldukları yerden seyrediyorlarmış gibi bekliyorlardı. Fakat şark, hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız olamazdı. Bu kitapların yanı başında açık işportalarda, içimizdeki değişmenin intibak arzusunun yeni bir iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu şahitleri, kapakları resimli romanlar, mektep kitapları, ciltlerinin yeşili artmış Frenkçe salnameler, eczacı formülleri vardı. Kahve falı ile Momsen’in Roma hayali, Payot edisyonunun artıklarıyla Karakin Efendi’nin balıkçılık kitabı, baytarlık, modern kimya, ilm-i remil, sanki insan kafasının bütün düzensizliği bu çarşıda birden bire teşhir edilmesi icap ediyormuş gibi bir birine karışıyordu.

Necip Fazıl KISAKÜREK

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

II

Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...

III

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

Efrasiyab'ın Hikayeleri/İhsan Oktay Anar

‘’Kendini gerçekleştirmenin en kolay ve en akıllıca yolu başkalarını korkutup boyun eğdirmek olduğu için, insanların kusurlarını araştırıp bularak onları ayıplama fırsatına erişmek, bu kuvvetli tehdit kozunu bir kez ele geçirdikten sonra cemaatten atılma korkusunu başkalarına yaşatmak, kasaba hayatının belki de en temel kuralıydı. Öyle ki, bu hayatta güçlü olmanın bir yolu da, insanların günahları ve kabahatleri hakkında bilgi biriktirmekti. Yükselmek çok zordu ama diğerleri karalanabilir, yerin dibine batırılabilirlerdi.’’

15 Mart 2013 Cuma

Yahya Kemal / Ahmet Hamdi Tanpınar

‘’Yahya Kemal’in dikkati vaziyetlerin dikkatiydi. Neyiz? Ve nerdeyiz? Konuşmalarının hususiyetini bu yapıyordu. Şüphesiz çok iyi konuşuyordu. Konuşmayı sanat haline getirenlerdendi. Fakat bu konuşma onda çok mübrem bir ihtiyaca cevap veriyordu. Sohbet, düşüncesinin laboratuarıydı. Mesleklerinin zapt ettiği bu zihin, konuşurken bulur, geliştirir, yoğururdu. Kendisini tekrarlamaktan çekinmediği için aynı sohbeti ayrı ayrı muhitlerde yapardı. Ve daima buluş halinde olduğu için hiç de ilk şekliyle gelmezdi.’’

Ruh Adam / Hüseyin Nihal Atsız

Niçin seversin Güntülü?

Sevginin niçini olmaz ki efendim… Düşünsem belki makûl bir sebep bulabilirim. Fakat bu hakikî sebep olmaz. Çünkü biz önce severiz. Sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. Bu da hodbinliğimizden doğar efendim.

Üç Noktanın Söylediği / Ahmet Turan Alkan

‘’Evveli değirmenler, yaylanın suyunu düze indiren başıboş derelerin köpüklü sularını dolabına bindirmeden dönmezdi. Suyun kıt olduğu yerde keşişleme yelleri değirmenin sefil yelkeni doldurur, o da bulunmazsa miadı dolmuş ( hâşâ huzurdan) merkepler ve emsali hizmet hayvanları döne döneleye daneyi un eylerdi.
Bakırcılar, kızıl bakırı bir ateşe bir çekice çalıp tencere, tava, güğüm döverlerdi. Sof...lar, Abâniler, ketenler ahşap tezgâhlarda elle dokunur, mekikleri göz nuruyla sarılırdı. Dağın eteğinden sökülen taş elle yontulur, kireç taşı, odun ateşi ve insan emeğiyle yakılıp kireç yapılır, tuğlanın çamuru ayakla çiğnenirdi. Ekin tırpanla biçilir, dövenle sapından ayrılır, yabayla karşı rüzgâra savrulurdu. Mürekkep, bezir veya çıra yakılıp isi havanda dövüldükten sonra zamk-ı arabî ile karıştırılarak imal edilir, kalem kamışlıktan kesilir, kaşık şimşirden oyulur, kitaplar göz nuruyla harf be harf çoğaltılırdı.’’

12 Mart 2013 Salı

Kürk Mantolu Madonna / Sabahattin Ali

‘’Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkân yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah ede...meyeceğimi biliyordum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı. Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyah kaşlar ve onların altındaki siyah gözle; bu koyu kumral saçlar ve asıl masumluk ile iradeyi, sonsuz bir melal ile kuvvetli bir şahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşından beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’in Mehcure’sinden, Şövalye Büridan’ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra’dan, … birer parça vardı. O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı (karışım). Yaban derisinden bir kürkün içinde, gölgede kalmasına rağmen donuk beyaz rengi belli olan küçük bir boyun parçası, bunun üzerinde hafifçe sola dönmüş, beyzî bir insan yüzü vardı. Siyah gözleri anlaşılmaz, derin düşüncelere dalmış gibi yere bakıyor, adeta bulamayacağından emin olduğu bir şeyi son bir ümitle aramak istiyordu. Buna rağmen bakışındaki hüzün biraz da istiğna (sakınma) ile karışıktı. Sanki: “…Fakat ne olur? “ der gibiydi. Bu istiğna ifadesi, biraz dolgun ve alttakisi biraz daha irice olan dudaklarında tamamen açık bir hal alıyordu. Göz kapakları hafifçe şişti. Kaşları ne pek kalın, ne pek ince, fakat biraz kısaydı; koyu kumral saçları, köşeli ve oldukça geniş alnını çevreleyerek aşağı doğru uzanıyorlar ve yaban kedisinin tüylerine karışıyorlardı. Çenesi hafifçe öne doğru kıvrık ve sivriceydi. İnce, uzun ve kanatları biraz etli bir burnu vardı.’’

Sait Faik Abasıyanık

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.”



Edebiyat Üzerine Makaleler/Ahmet Hamdi Tanpınar

"İki san'at zihniyeti tâ Tanzimat'tan beri memleketimizde karşı karşıya­dır. Bunlardan birincisi asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsûlüdür; bu zihniyet ister ki san'at sadece güzellik peşinde koşsun ve güzel denilen şey de - bittabi şiir için dilin imkânları içinde aransın -mükemmele yaklaşan bir form içinde ve o form yuğrulurken elde edil­sin. Bu anlayış muhtelif san'at zümrelerimizd...e, Garp'dan gelen cereyan­larla beslendi. Bu da gayet tabiî idi; elbette daha evvel bu işlerle uğ­raşanlardan istifade edilecekti. İkinci zihniyet, şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti ol­masını, onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını, içinde gizli temayül­leri ve atılmağa hazırlandığı büyük hedefleri hazırlamasını ister. Namık Kemal, son devirlerinde Fikret, Âkif, Mehmed Emin, günü­müzde Nâzım bu ikinci telâkkinin idare ettiği şâir olmuştur."


 

11 Mart 2013 Pazartesi

Ahlak Nizamı/Nurettin Topçu

“İnsanların bir kısmının diğer kısmına köle gibi yaşaması ruhi hürriyeti ortadan kaldırıcıdır. Bir zümreyi esir, öbürünü zalim yapan eşitsizlikten kurtulmak istiyoruz. Eşitlik ahlaki bir idealdir. Eşitlik merhamet davasıdır…"


Saatleri Ayarlama Enstitüsü /Ahmet Hamdi Tanpınar

"-Hiç boks maçına gitmediniz mi? İlk önce bakamayız bile!
Sonra birdenbire heyecanlanırız, bir tarafı tutarız. Bir an evvel, kâfi
derecede kuvvetli olmamasına kızarız, haykırırız. Haydi! deriz,
daha kuvvetli! Daha müthiş! deriz ve öyle olmadığı için üzülürüz.
Fakat hangimiz o esnada o adamın yerinde bulunmayı isteriz? Hiçbirimiz,değil mi? Bunlar da öyle işte... Mücadeleyi bizim tarafımızdan seyret...tiler. Ve bizi alkışladılar. O anda çok samimî idiler. Fakat şimdi siz, “ringe buyurun!” deyince iş değişti. Burada kendi menfaatleri, kendi emniyetleri var!"

 

HİLMİ YAVUZ

EYLÜL

eylül! daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
... sözcüklerinden nasıl da
ansızın sökülürdünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim...eylül!

eylül! kırılgan mevsim!
cam hançeri güzün
dağılırdı kalbimde
birden gecenin ve gündüzün
perdesiyle örtülürdünüz
tenhâyla ve tül
dolardı içim...eylül!

eylül! unuttum sizi
dağ kızarır yol sararırdı
ve ben dönüşlere bakardım
o amanvermez belleğin
paramparça güldüğüydünüz
aynalarla ve gül
dolardı içim...eylül!


 

10 Mart 2013 Pazar

Huzur/Ahmet Hamdi Tanpınar

"İnsan ruhunun en az tahammül edebildiği şey, -belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden yaşamaya mecbur olduğumuz için olacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz."

Çürümenin Kitabı / E. M. CIORAN

‘’Döşekte uzanır kalır ve saatleri sayarım; etrafta, kendimi mahvetmeye çağıran aletler, nesneler. Çivi fısıldıyor bana: kalbini del, çıkacak azıcık kan seni ürkütmemeli. Bıçak laf dokunduruyor: ağzım şaşmazdır: bir saniyede vereceğin kararla sefaleti de utancı da alt edersin. Pencere, sessizliğin içinde gıcırdayarak tek başına açılıyor: yoksullarla sitenin tepelerini paylaşıyorsun; atlasana, açıl...mamın değerini bil: göz açıp kapayıncaya kadar, kaldırım taşının üzerinde, hayatın anlamı ve anlamsızlığıyla beraber pestilin çıkacak. Bir ip ideal boynu bulmuş gibi, yalvarıcı bir gücün tonuna bürünerek dolanıyor: seni daima bekledim; senin korkularına, yılgınlıklarına ve hıçkırıklarına şahit oldum; buruşmuş örtülerini, kudurmuşluğunla ısırdığın yastığı gördüm; tanrılara taltif ettiğin sövgüleri işittim. Merhametli olduğumdan senin için üzülüyorum ve sana hizmetimi sunuyorum. Zira şüphelerine bir cevap ve ümitsizliklerinden bir kaçış bulmaya burun büken herkes gibi, sen de kendini asmak için doğmuşsun.’’

Evet İsyan / İsmet Özel

Alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara
vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın
vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa
Zülküf de vursun.
Yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.
...

8 Mart 2013 Cuma

Işık Bahçeleri / Amin Maalouf

‘’Başkalarına yol gösterecek olanlar, her gece her zenginliğe veda etmeli, üzerindeki giysiden başka bir şeyleri olmamalı, ertesi günün yiyeceğini bile taşımamalıdırlar. Bilgeler, din tüccarı sahte sofulardan ancak böyle ayrıt edilebilirler.’’

İsyan Ahlakı/Nurettin TOPÇU


"Her tatmin ardında çaresiz bir pişmanlık bırakır. Şehvet hayatının aşırı kullanılmasından devasız bir keder doğar. Refah kendi ardından çoğu zaman iradeye bir güçsüzlük getirir. Haz, gerçek bir şekilde istenmiş değildir; o daha çok bir ira...de noksanlığının eseridir. Hayat, hareket etmek için gerekli imkanları bulamayınca kendi üzerine döner. Ve kendi kendisinin bir parazit gibi kendi cevherinden beslenir..."

Sahnenin Dışındakiler/Ahmet Hamdi Tanpınar

"Fakat birden bire gecenin sessizliğini saat sesleri yıktılar. Evin hemen her tarafında zaman kendini ilan ediyordu. Beyhudedir, diyordu, bütün bu ıstıraplar, unutmalar, hatırlamalar, ben varken hepsi beyhudedir!"

7 Mart 2013 Perşembe

Hareket Dergisi 1971/Nurettin TOPÇU

“Birçokları, kendilerine ilahî lütuf olan ızdırabı değerlendirmeyip varlıklarından iterek, kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler. Geçici tatminler onları boğdu yine de onlar kendi katillerini kendilerinde arayacak yerde, dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafî ve itibarî değerlere bağlandılar. Bu yüzden ha...yatları, içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel bir vicdan azabından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca, onunla sarılıp kucaklaşır gibi ızdıraplarına sarınarak onu kutsallaştırabilenler, ebedî hayatlarına dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyenlerden Yunus din velisi, Fuzulî aşkın kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Akif millet velisi oldular. Izdıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza kaçmak isteyen halk bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası ıztıraptır. Izdırap, telkinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır. Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin harabettikleri kalbi, ızdıraptan başka ne tedavi edebilir? Geçirilen bir hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu gibi, ızdırapsız yapılan dua şarlatanlıktır."

 -

İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız/Ahmet Hamdi Tanpınar

"Bence Boğaziçi gecelerinin tesirini Itrî’den sonraki mûsikîmizde aramalıdır. Filhakika Lâle Devri’nden İsmail Dede’ye kadar olan mûsikî eserlerimizin bir kısmında, bazı nağmeler, hattâ yer yer eserin bütünü, bir düşünce veya azabla birden uyanış, yarım kalmış rüya ile keskinleşen hasret, insanı aşan bir yalnızlık vehmiyle canlıdır. Eyyûbî Bekir Ağa’nın «Mâhûr Beste»sini, güftenin yarı çapkın ve h...emen hemen hiç bir şey söylemeyen oyunundan sıyırın, elinizde bir nevi «nocturne» kalır. Dede Efendi’nin bazı «Acemaşiran»ları ve «Ferahfezâ»ları daima bana geceden bahsettiler. Daima karanlık içinde, perdenin öbür tarafında konuşan bir halleri var.
«Nühüft»de bu karanlık su duygusu bilhassa hâkimdir. «Hüseynî»nin mersiye âhengiyle, «Nevâ»nın âdeta platonisyen arayışı bu makamı kendiliğinden bir geçmiş zaman arayıcısı yapar. «Nühüft» ne anlatırsa anlatsın, bir daha dönmiyecek olanın peşindedir. Onun için daima bir gece yarısı sızlanışına benzer. Eyyûbî Bekir Ağa’nın, Hâfız Post’un «Nühüft»lerinin eski mûsikîmizin kendisine ayırdığı hadleri o kadar aşmasının sebebi bu olsa gerektir. Her ikisinin «Nühüft»ünü eski Dârülelhan plâklarından dinleyiniz, karşınızda bir Euripide korosu döğünüyor sanırsınız."

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay

‘’Ne var ki, dünyada "sizi anlıyorum" gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. "Sizi-anlıyorum konuşmanıza- ihtiyaç yok" ya da "siz-onlara-bakmayın-yalnız-gözlerime-inanın" bakışlarını çoğu aslında "bugünü-geçirmek-için-birine ihtiyacım-var" kalıbından ibaretti. İnsanın, böyle sahtekarları görünce, başı ağrıyordu.’’

5 Mart 2013 Salı

Sebeb-i Telif/ İsmet Özel


Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
yaprakla yağmurun aşkı meselâ
kim olsa serpilen coşturuyor bizi
imreniyoruz başkalarının mahvına.
Yağmur mahvoluyor çarparak
kendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımında
... yaprak dirimle irkiliyor nazlı ve mağrur
silkiniyor vuran her damlayla.

Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı
ilkönce damarlarımızda duyuyoruz çağıltısını
uzak iklimlerin
kokusu gitmediğimiz şehirlerin önceden
bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda
sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz:
Bize ait olan ne kadar uzakta!

Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
başkalarının düşünceleriyle değil.
“Üstümde yıldızlı gök”demişti Königsberg’li
“içerimde ahlâk yasası”.
Yasa mı? Kimin için? Neyi berkitir yasa?
İster gözünü oğuştur,istersen tetiği çek
idam mangasındasın içinde yasa varsa.
Girmem,girmedim mangalara
Yer etmedi adalet duygusu
içimde benim
çünkü ben
ömrümce adle boyun eğdim.
Yıldızlı gökten bana soracak olursanız
kösnüdüm ona karşı
onu hep altımda istedim.

Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.

Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar,belki kadın ve erkek
hepimiz,herbirimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim,hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer,aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.

Namık Kemal Antolojisi/Ahmet Hamdi Tanpınar

"Bütün beşeri faziletler hürriyetten gelir. İnsanlığın biricik asalet
kaynağı odur, asıl büyük yapıcı, ibdaa giden altın kapı hürriyettir. Hürriyet mes'uliyetin başlangıcıdır ve insan kendi kendisine idrak ettiği mes'uliyetler sayesinde şerafetini bulur."

Yarınki Türkiye/Nurettin TOPÇU

"Birinci Cihan Harbini kaybettikten sonra Anadolu, İstiklal Savaşı’na atıldı. Harp cephesinde kılıç muzaffer oldu. Lakin hakikatte muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti davasını bayrak yaparak yükseltmesini bilmedik..."


4 Mart 2013 Pazartesi

Esrârnâme / Ferîdüddîn Attâr

Dostum,alıp verdiğin her nefes yok mu?
O nefesi en iyi şekilde değerlendirmeyi düşün.
Uzun veya kısa olan ömrün boyunca
Canının kemale ermesi için bu nefesler şarttır.
Manaları düşünen canın her nefeste
... Daha çok revnak kazandırabilir sana.
Burada fani bir lezzet peşinde koştun,
Yüz baki lezzetten mahrum kaldın.
Burada bir an için yemek , uyumak hoşuna gitti.
Ama bunun iki yüz katı saadet elinden gitti.
Bu dünya öbür dünyanın tarlası değil mi?
Ek şu tohumu;şimdi tam zamanı.
Yerin var, suyun var,saç tohumu
Çiftçilik et,bu işle uğraş.
Sözümü dinle ,güzel yetiştir ekini .
Ekin kötü çıkarsa,benden bil e mi?
Bu çiftçilik işini yapmazsan,
O harmanda yarım arpa etmezsin.
Şimdi pazara götüreceğin bir şeyin yok
Ek şu tohumu,şimdi başka işin yok.
Yarının azığını hazırlayasın diye
Buraya gönderdiler seni bugün.
Tohum saçmadan çıkar gidersen,
Şu zamanede rezil rüva olursun.
Din yolunda iki kişiye tohum verdiler,
Dünya yolunu herkese açtılar.
Biri o tohumu yolda kaybetti.
Biri o tohumu ekti,yetiştirdi.
Nasiplenme vakti gelince
Biri başa çıktı ,yükseldi;öbürü baş üstü düştü.
Ekersen ,biçilecek ürünün olur.
Hasat vakti geldi mi,biç ürününü.

 

Psikoloji/Nurettin Topçu

"Zeki insanların bir gülüş tarzı olduğu gibi, ahmakların da kendilerine göre gülmesi vardır. Temiz ruhların sempatik gülüşleri gibi, hile ve hırs sahiplerinin gülüşleri de kendilerine mahsus karakterleri taşır. Herhalde gülme, her birimizin bir hali veya bir hissi, içgüdüsü ile kendine göre alkışlayışının ifadesidir. İnsan, medeniyet ve cemiyetin tesirleri ve bir de yaşın ilerlemesi ile olgunlaştıkça, gülmesi tebessüm şeklini alır; o da iradenin kontrolüne girer."

Jurnal II / Cemil Meriç






Yıldırım aşkı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak içimizde geliştirmiş olduğumuz ideal sevgili modelinin birdenbire karşımıza çıkmasıdır. Acı saadetin bir nevi kefareti imiş gibi geliyor. Bir alev denizinden geçilerek varılan vuslat, gerçek vuslattır. Ve artık yanarak değil, tüterek yaşıyorum.

Stendhal aşkı dörde ayırıyor : Birincisi gerçek aşk. Yani amour-passion.Abelard Ortaçağın en büyük fikir ad...amlarından biri. Ve tabii rahip. Talebesi Heloise’e tutulur. Genç kızın dayısı, Abelard’ı adamlarına yakalatıp korkunç bir ameliyata tâbi tutar. Ama Heloise’nin Abelard’a karşı sevgisi ölünceye kadar devam eder. Amour-passion bu.Bütün şartları yenen, fiziğe aldırış etmeyen bir nevi communion.

İkinci aşk, Amour-goût. 18. yüzyıl Fransa’sındaki aşk. Bu tabloda, gölgeler bile gül rengi. Nezaket, zerafet, kibarlık. Hırçınlık yok, fırtına yok, öfke yasak. Yapılacak her şey önceden bilinir. Soğuk ve cici bir minyatür. Amour-passion başımıza belalar açar, bizi tehlikelere sürükler, rüsva eder. Oysa Amour-goût menfaatlerimizle çok iyi uyuşur. Bu zavallı aşkın da başlıca desteği gurur. Koltuk değneklerine dayanarak yürüyen tuhaf bir aşk.

Üçüncü aşk, hayvani içgüdü. Yabaninin düşünceye vakti yok. Onun için, aşkı tanımaz. Çiftleşir ve geçer. Dişisi bir dişi hayvandır. Oysa hassas bir kadın bütünü ile sever ve ancak bütünü ile sevdiği zaman fiziki hâz duyar.

Dördüncü aşk bir övünme vesilesi. Amour-vanitê. Başkaları için sevilir, gösteriş için sevilir. Erkek, genç ve güzel sevgilisiyle fiyaka satacaktır. Kadın, meşhur bir hergeleye sahip olmanın gururu içindedir. Bu, aşka en az benzeyen aşktır. Hatta çok defa, fiziki bir zevkle de hallenmeyen garip bir fuhuş.

Aşkın başlangıcı hayranlık. Kimbilir ne büyük mutluluk, onun yanında olmak deriz. Sonra ümit, sevgilinin kemalatına dikkat kesilinir. Ümit, en çekingen kadının bile gözlerinden okunur. Aşk belli eder kendini. İlk kristalizasyon başlar. Aşkından emin olduğumuz bir kadını dünyanın bütün güzellikleri ile süsleriz. Saadetimizi ballandırdıkça ballandırırız. Beklemediğimiz bir anda harikulade bir armağana konmuşuzdur. Bizimdir veya mutlaka bizim olacaktır. Onu yücelttikçe yüceltiriz. Ve kırık dal, Salzbourg tuzlalarındaki gibi, bir kristal hevengi olur. Artık tabiat yalnız onunla güzeldir. Bir yolcu, yaz günleri portakal bahçelerinin serinliğinden bahseder. Hemen ah, dersiniz böyle bir bahçede onunla birlikte olabilsek. Arkadaşlarınızdan biri, avda kolunu kırar. İçinizden geçen şudur : ne olurdu benim kolum kırılsaydı, gelir, şefkatle tedavi ederdi. Onunla birlikte olduktan sonra her acı mukaddestir.

Sonra ? Sonra şüphe doğar. Aşık hayranlıktan usanır. Sahip olmak ister, emin olmak ister. İlgisizlik görür, soğuklukla karşılaşır. Aşık, ümitlerinin hemen gerçekleşmediğini görerek kuşkulanmağa başlar. Kendini başka zevklere verir, içer, gezer, okur. Ama görür ki ‘o neşe kalmamış peymanelerde.’ Büyük bir felaket korkusu içindedir. İkinci kristalizasyon başlar; beni seviyor. Evet, seviyor. Ve kristalizasyon, sevgilide yeni cazibeler keşfetmeğe yönelir. Sonra yine şüphe canına okur, boğazına sarılır. Nefesi kesilir; ve dehşet içinde kekeler: acaba seviyor mu ? Onsuz yaşayamam diye tutturur, zavallı aşık, başka hiçbir kadın onun kollarında tadacağım saadeti veremez bana, der. Bundan emindir. Bu emniyet, korkunç bir uçurumun kenarındaki bu yol, yani saadetle bedbahtlık arasındaki bu gidiş-geliş, ikinci kristalizasyonun önemini arttırır. Aşık şu üç düşünce arasında yalpa vurur :

1- Dünyanın bütün cazibeleri onda.
2- Beni seviyor.
3- Aşkından nasıl emin olabilirim ?

Bir vehme kurban gittiğini düşünmek, yani kristalizasyonun kısmen de olsa bozulması aşık için acıların en büyüğü. İnsan kristalizasyonun bütününden şüpheye düşer.

Aşkın doğması için minnacık bir ümit yeter. İki üç gün sonra sönebilir ümit, ama aşk bir kere doğmuştur. Aşık felaketlerin acısını tatmışsa, hassas ve hayalperestse, başka kadınlardan ümidi kesmişse, sevdiğine karşı derin bir hayranlık duyuyorsa hiçbir bayağı haz, hiçbir gündelik eğlence onu ikinci kristalizasyondan alıkoyamaz. Günün birinde sevgilisinin hoşuna gideceğini tahayyül etmek herhangi bir kadınla vuslattan daha çok hoşuna gider. Kadın bu devrede açıktan açığa hakaret etmedikçe, ümitlerini kırmadıkça kristalizasyon devam eder.

Aşkın devamını sağlayan, ikinci kristalizasyon. Her an sevmek veya ölmek heyecanı. Bu heyecan insanın içine kök salar. Kanına karışır. Karakter ne kadar kuvvetli ise, vefasızlığa o kadar az kabiliyetlidir. Çabucak teslim olan kadınlar için böyle bir kristalizasyon pek nadiren bahis konusudur. İkinci kristalizasyondan sonra, yabancılar tuzlaya düşen dalı tanıyamazlar artık. Dal, göremedikleri kristallerle süslenmiştir. Yahut onların meziyet saymadığı meziyetlerle halelidir. Yalnız sevenin gönlü, sevilende sonsuz meziyetler bulur ve görür.

 

Edebiyat Üzerine Makaleler/Ahmet Hamdi Tanpınar

“Unutmamalı ki, her devrin beşerî telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski şairlerimiz güzel olmak haysiyetiyle beşerî olan eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan eksikliklerini öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar.

Bize düşen şey, umumî mülâhazaları bir tarafa bırakıp, altı asır süren bir tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır"

2 Mart 2013 Cumartesi

Eylül / Mehmet RAUF

"Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum."

Devlet ve Demokrasi/Nurettin Topçu

Batıdan gelen her fikir gibi, demokrasi bizde halka 'amentü' halinde ezberletildi. Tenkid ve münakaşa edilmedi. Bünyemize uygunluğunun şartları üzerinde düşünülmedi. Hukuk ve ahlak yönünden tahlili yapılmadı. Değer hakkında itirazlar yapılıp cevapları aranmadı. Bir kelime ile, üzerinde düşünülmeden körü körüne benimsendi. Bu yüzden istibdadın çilesini doldurduktan sonra, demokrasi denen, Rousseau'...nun tabiriyle bu 'İlahlar rejimi'nin bir hayli kahrını çekmeye mahkum olduk.

Demokraside 'bilenle bilmeyen bir' olmaktadır. Zira her vatandaş aynı oy hakkına sahiptir. Bu hususta cahille alimin, filozoflar amelenin, şerir ile velinin farkı tanınmıyor. Hayatının kemal mevsimine ulaşmış olgun ve faziletli bir hakim ile psikopat bir katil aynı değeri taşıyor.

İslamın ideal tarzının demokrasi olduğu söylemek, gerçeklere göz yummaktır. Peygamber ashab devrinde halkın idare ile hiç alakası yoktu. Peygamber sadece yine kendisinin seçtiği 'işlerden anlayanlar' ile görüşüp danışarak idare hususunda kararlarını yine kendisi veriyordu. Eski demokrasilerin en güzel örneği olan Atina demokrasisi ise Yunan devletinin yıkımını hazırladı. Roma İmparatorluğuna bağlanan bütün halk mümessillerinden meydana gelen Plebler Meclisi bu imparatorluğu devirdi. Otoriteli rejimlerin en güzel örneklerini İslam halifesi Ömer'in ve Osmanlı padişahı Yavuz Selim'in devletlerinde buluyoruz. Her yerde insanların çoğunluğu şer ile ihtirasları aradığına göre, topluluğun oyuna başvurulduğu yerde şer ile zulmün kazanacağı tabii görülmelidir.

Zulme uğrayan zayıflar adalet yapamazlar. Gerçekten kurtarıcı olan adaletin eli, onlara ancak yüksekte duran fazilet kuvvetinden uzanabilir. Kin ile intikam, adaleti getirmez, zulmü tekrarlatır ve sefaleti arttırır.

Her devirde en iyi devlet, en yüksek otoriteye sahip devlettir. Otorite zulüm olunca Neron'da, ilahi iktidar olunca Yavuz Selim'de gözükmüştür.

Yaşadığım Gibi/Ahmet Hamdi TANPINAR

Aşk ve Ölüm
(Tasvîr-i Efkâr, 16 İkincikânun 1941, nr. 4594238)

Sevdiğim bir muharrir «aşk, ölümün gülümseyen yüzüdür» der; bu mes’ut cümleyi her hatırladıkça, onu kendim söylememiş olduğuma müteessir olurum. Çünkü, bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hattâ onlar benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir. İnsan zekâsının bu ...ikiz kanadı, hayat aynasında daima yanyana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne, kemale ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimize mal ettiğimiz zaman vâsıl oluruz. Şiirin, sanatın tebessümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar. Hakikî hayat, Hayyam’ın şiirlerindeki deştiler gibi ölümün elinde yoğurulur, aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını bulduğu zaman yine ölüm onu ebediyetin kucağına atar. Eğer sanat ve hayatın gayesi, zamanı yenmekse, biz bu tecrübeyi ancak bu sanatkârın elinde ve bu ocakta yaparız. Aşk, ruhun ebediyete doğru yaptığı geniş hamlede kendi kendisini ikrarı, zamanı yenmek için insan iradesinin muhtaç olduğu teksif kudretine ve iradeye erişmesidir; ölüm bu merhalede bir kemalin, bir tamamiyette bekçisi olur. Birincisinden yorulunca öbürüne, İkincisinden korkunca birincisine sığınanlar, bu ikiz tecrübenin verebileceği mazhariyetlerin eşiğinde kalmış olanlardır; fakat her ikisini birden kendimizde topladığımız gün, kâinat karşısında hakikî vaziyetimizi almış oluruz; yâni Yahya Kemal’in dediği gibi bir ilâh oluruz.
Aşk bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün halinde verir; zekâyı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla ârızî olan her şeyi yeneriz.
Dağınık kâinat unsurları, eski zaman portrelerinin o sihirli peyzajları gibi, ancak seçilmiş bir çehrenin etrafında toplandıkları, bu saçların gecesinde veya altın şafağında, bu gözlerin tılsımlı zümrüt büyüsünde ve dudakların dargın kıvrımı veya âşinâ gülüşü üstünde dolaşan parıltı ile aydınlandıkları zaman hakikî mânâ ve nizamını bulur, oluşun fantezisinden sıyrılır, bizde yeni bir şekilde teşekkül eder. Nasıl dış âlemin doğması için güneşin yaratıcı teması lâzımsa, bu âlemin kendimize, sathî bir temasın dışına çıkan bir zenginlikle ilâve edilmesi, bizimle kaynaşması, bizim olması için de bu derunî aydınlığa ihtiyacımız vardır. Onun sayesindedir ki, büyük hakikatleri kavrarız, mevsimler bize güler, eşyada uyuyan gurbetzede ve sâkit ruh bizimle konuşur, zaman sırrını açar ve derin bir anlaşmada bütün uzaklıklar silinir; bütünün terkibi kendiliğinden kurulur. Bu ilâveyi yaptığımız zaman, biz, alelâde fâni taliinin üstüne çıkarız, mukadderatın sofrasında zarımız oynar ve ellerimize yaratıcılığın nefhası sinmiş olur. O zaman insanoğlu, biricik vasfı yaratıcılık olan zekâ hayatına hakikî mânâsıyla doğar. Ötesi bulunmayan aşk, müteakip tecrübelerde gölgesini eşyanın ve maddenin tenevvüüne emanet ettiğimiz, yahut ateşini hâdiselerin veya tarihin akışına geçirdiğimiz ilk ve en büyük, yegâne ibdaımızdır.
Nasıl severiz? Filozoflar ve fizyoloji âlimleri bu muammayı halletmeye istedikleri kadar çalışsınlar; bizim için esas olan, hilkatin bu mevhibesini, bu büyük ve cömert kudreti kanımızda taşımamızdır.
İhtimal ki o alelâde bir tesadüfün derinleşmesi, etrafa kök, budak salmasıdır, ihtimal M çocukların zıpzıp oyununa benziyen diğer tesadüflerden çok başka türlüdür. Ve arkasında irsiyetin, cinsin, bin türlü bilinmez, çetrefil muayyen yelleri saklanır, ve biz dinlerken ürperdiğimiz bir seste veya dalgın bir hayranlıkla temaşasına koyulduğumuz bir çehrede tanımadığımız bütün bir cedler silsilesinin, asırlarca süren bir irsiyet istifasının güzellik hasret ve rüyasını tatmin ederiz. Bunun gibi o,
şüphesiz tabiatta mevcut hayat ve yenileşme iradesinin gizli bir tuzağı da olabilir. Fakat herhangi şeklinde de olsa biz, istikrarı, bütün bu olan ve olurken değişen ve ademin girdabına doğru giden akıcı selden bir an dışarıya fırlamamız imkânını, zaman denen sarhoş devi saçlarından yakalayıp kendimize muti kılmamız fırsatını hep onda buluruz; ferdiyetimizi onunla idrak eder, imkânlarını onunla yoklarız.
Günlerin çamurunu bir elmas yığını haline koyan, tenin cifesini İlâhî bir şafağın aydınlığında yıkayan, ademin meyvası olan ruhu, bir ezeliyet şarabı haline getiren odur.
O, ruhun muayyeniyet kazanması için biricik nizamdır. Ve bizi ömrümüzde bir defa ve bir tek insan için ziyaret eder ve bir defa koklandıktan sonra unutulmayan bir gül gibi bütün bir ömrü lezzet hatırasıyla doldurur.
Veyl o ânı kaçıranlara...
Onlar, arzunun cehenneminde, şifasız bir boşluğun kırbacı altında bütün ömürlerince sürüneceklerdir, hayat onlar için mânâsız bir seyahat, ölüm sadece bir yokluk korkusudur.
Don Juan’ın bütün eksikliği buradadır. Hayat ve ihsasların kadehini birbiri ardınca boşaltan ve daha birini bitirmeden öbürüne saldıran bu kahramanın mağrur susuzluğunu, belki de bir keyfiyet yokluğunun bir kemiyetle hiçbir zaman telâfi edilmeyeceğini anladığım için olacak, hiç kıskanmadım. O, bütün ömrünce, her boşalttığı kadehin dibinde aynı gül rengi ifritin alaycı gözleriyle karşılaşmaya mahkûmdu. Hakikaten, bütün kadınları, bütün içkileri ve bütün lezzetleri bir ömür boyunca ve birbiri ardınca tatmaktan ne çıkar? «Bu olsa olsa, bir ormanın bütün ağaçlarını teker teker tanımaya benzer.» Bize bu sayışın ilâve edeceği hiçbir şey yoktur.
Böyle bir seyahat hiçbir susuzluğu teskin etmez, sadece hilkatin en cibillî âfetini, korkunç ifrit can sıkıntısını her adımda karşımıza çıkarmış olur,her adımda bir mücevher diye koşup elimize aldığımız parıltının, omuzlarımızın üstünde esen bu siyah rüzgârla bir yığın toprak haline geldiğini görürüz ve bu acı tecrübe ile ademin kapısından geçeriz. Ölmeyiz, can sıkıntısı bizi yutar.
Şüphesiz ki ihsaslar ve mukadder âkıbetin yanıbaşımızda her an bulunuşu, bizi zamandan istifadeye davet eder. Fakat bu davete bu tarzda icabet, bizzat zamanı muti kılacağı yerde, onun mahkûmu olmamız demektir.
Bir kere bunu anladık mı, o zaman hakikî varlığımıza ereriz.
Varsın sonunda bizzat yarattığımız bu eser bizi inkâr etsin. Yolun yarısında bırakmış olsa bile o yine bizimdir
— tıpkı bizim, onun olduğumuz gibi—; üzerinde şekil verici elimizin izi, gözlerinde bizden aldığı hayat ateşinin alevi vardır. Onu, kâinatın geniş tenevvüü içinde en küçük eczasından tanırız. Bunu bildiği için, seven insan, aklın kendisine verdiği kısır nasihatlere güler. Şeniyetin ilcâlarını, hattâ zaruretleri sathî bulur.
İstedikleri kadar, perestiş ettiği mahlûkun kendisi gibi aynı tesadüflerin mahsulü olduğunu söylesinler, yıpratıcı ihtiyarlıktan, korkunç ölümden bahsetsinler, tenin ve arzunun ağları içinde bu ruhun ve çehrenin alacağı korkunç manzarayı hatırlasınlar, bütün bunlara güler, çünkü o, kadim efsanenin bilmecesini çözmüştür, bütün bu hakikatlerin yanında ve hepsinin üstünde Havva’nın, Âdem’in yaratıcı rüyasından bir altın meyva gibi fırladığını bilir.
Hiç ihtiyar kadınların, ömürlerinde bir kere sevmiş olmanın gururiyle gözlerinin nasıl parladığına dikkat ettiniz mi? Bütün bir harabî içinde gülen bu yıldızların acaip ışığını bir defa için olsun yaşayanlar, ıztıraplarının tesellisini bulurlar; ve o zaman kendi içimizdeki ateşin, ruha bir kere geçtikten sonra ebediyet boyunca orada sönmeyeceğini anlarlar.
Benim için en büyük sanatkârlar, kendi mütevazı ve isimsiz ömürlerinde aşkın cennetini yaratmak suretiyle ölümü iradelerine muti edenlerdir. Biz her açılan bahar gülünde onların ruhunu koklar, her şafakta onların rüya-sının yenileştiğini seyrederiz.
Bir uykuyu cânanla beraber uyuyanlar...
Yahya Kemal’in hakkı var. Ömrün büyük ve dağdağalı gecesini bir aşkın yıldızlı uykusu yapanlar, bir ebediyet bahçesi olan bir ölümde uyanırlar.

 

1 Mart 2013 Cuma

Susanlar / Bilge Karasu

“Bir de, okununca insanı allak bullak eden kitaplar var; yüz yıllık, bin yıllık, bir aylık kitaplar; otobüste bile bırakamayıp okuduğum, ineceğim durağa varmış olduğumuzu fark edince kapatıp kalktığımda yanımdaki çıkını, elimdeki şapkayı unutturan kitaplar.Onlar için bir şeyler yazmak isterim çoğu zaman.Ama eskiden yayımlanmış bir kitapsa bu, bunun için yazı yazmak nereden esti diye bakarlar adamı...n yüzüne.Yeniyse sizden ‘ağırbaşlı, bilimsel eleştiri’ beklenir.Oysa niyetim, ne unutulmuş bir kitabı ‘diriltmek’ ya da ‘yeniden ortaya atmaktır’ ne de yeni bir kitabı ‘eleştirmektir’.Bir okur olarak aklıma ne eserse, gönlüm hangi kitabı, dergiyi dilerse okurum.”

İsmet Özel

"Herkesin bahanesi var, senin yok
günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin, daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
... Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!"

HİKAYELER-BİR YOL/AHMET HAMDİ TANPINAR


"Nasıl oldu ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmaya başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alakalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana yab...ancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her bir vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatim de, rüyalarımın hakikatine uyanmıştım. Bu ne Baudelaire'in çift odasına, ne de Quincey'nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği bir nevi cürm-ü meşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası olabilir? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadigar gibi duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acayip ve manasız eşya arasında, bu şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi soruyorum. Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır; soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime "Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?" diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlayamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. "Burası bizim (rafımız olsa gerek..." diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmaya başladım."

 

KÜLTÜR VE MEDENİYET/NURETTİN TOPÇU

"Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır..."