"Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Bu derde
kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise bu acıdan kurtulmayı
dilemez. Aşk insana vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine
zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal
eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider."
30 Temmuz 2012 Pazartesi
Cilâ'l-Hâtır / Abdulkadir Geylâni
Mecnun Leyla'ya olan muhabbetinde sadakat derecesine
ulaşınca kalbine Leyla'dan başkasını sokmamıştı.Bir keresinde bir topluluğa
rastlamıştı.Ona dediler ki:
- Nereden geliyorsun?
- Leylâ!
- Nereye gitmek istiyorsun?
- Leylâ!
23 Temmuz 2012 Pazartesi
Gazel / Ahmet Paşa
Sernâme-i mahabbeti cânâne yazmışam
Hasret risâlesin varak-ı câne yazmışam
Nâlişlerini derd ile bîçâre bülbülün
Bâd-ı sabâ eliyle gülistâne yazmışam
Zülfün hikâyetin gönülde misâl edüb
Gam kıssasını levh-i perîşâne yazmışam
Resm etmişem gözümde hayâlini gûyyâ
Nakş-ı nigârı sâgar-ı mercâne yazmışam
Tâb-ı rûhumla sûzunu yazarken Ahmed'in
Şevkinden odlara tutuşub yane yazmışam
............
Muhabbet mektubuna ''Sevgilim''diyerek başlamışım,
Özleyiş mektubunu can(ım)ın yaprağına yazmışım.
Zavallı bülbülün derti dertli inleyişlerini,
Sabâ rüzgârının aracılığıyla gül bahçesine yazmışım.
Zülfünün hikâyesini gönl(üm)e örnek olarak almış,
Gam kıssasını perişân kâğıda yazmışım.
Sanki hayalini gözümde resmetmişim,
(Böylelikle) sevgilinin resmini mercan kadehe çizmişim.
Yanağının ışığıyla Ahmed'in (gönül) ateşini yazarken,
Şevkinden ateşlere tutuşup yana yazmışım.
Ahmet Paşa
Divan-ı Kebir / Mevlâna
Hafız'ın Yolculuğu / Jan POTOCKI
"Saygıdeğer
efendim" diye cevapladı Bektaş; "gittiğiniz her yerde iyilikten çok
kötülükle karşılaşacaksınız, ama nerede olursa olsun, kötülüğün içine biraz da
olsa iyiliğin karıştığını göreceksiniz, bu kadarı da, bana göre, bilge kişinin
yaşamın kötülükleri karşısında avunmasına yetmeli."
Denemeler / Montaigne
Dünya durmayan bir salıncaktır: Orada her şey toprak,
Kafkas'ın kayalıkları, Mısır'ın piramitleri, hem çevresiyle birlikte, hem de
kendi kendine sallanır. Durmanın kendisi bile daha ağır bir sallantıdan başka
bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı halde bulundurmak elimde değil.
Doğal bir sarhoşlukla, salına serpile yürüyüp gidiyor. Onu belli bir noktada,
canımın istediği bir andaki haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum:
Fakat yaştan yaşa, yahut halkın dediği gibi <<yedi yıldan yedi
yıla>> geçişi değil, günden güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi
saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil,
amacım da değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar,
kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba benliğim mi
değişiyor, yoksa aynı konuları ayrı koşullara ve ayrı bakımlara göre mi ele
alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden ayrıldığım oluyor.
Denemeler / Montaigne
Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile
kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine
takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün
hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta kan revan içinde, aç susuz savunuyor o
kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda
ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılım kıpırdatmadan keyif
sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, perişan, saçı sakalı birbirine
karışmış kitaplıktan çıkıyor gece yarısından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha
akıllı bir insan olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya
ölecek o kitaplıkta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi
düzenle kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim
seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan
başka nedir ki şan şeref?
22 Temmuz 2012 Pazar
Erken büyüyen çocuklar / Çetin ALPAGUT
yok…
Bu ölümün kendi sesi değil
çocuklar taşlarla büyüyor artık
kalpleri kolayca yetiyor anne ölümlerini anlamaya,
Yok, yok
Bu ölümün kendi sesi değil,
Çünkü kan
Bebeklerden başlıyor insana bulaşmaya...
İskender Pala /Ah mine-l Aşk
Fuzûlî, Kays’ın bütün aşkını yüreğine yükleyip hasret çadırında sevda çilesini doldurttuğu Leyla’ya bir gece muma hitaben şöyle dedirtir:
Gel ey gözü bağlı, bağrı dağlı; başı karalı, ayağı bağlı! Gel seninle ikimiz hem-nefes olalım ve yanan bağrının sırlarını söyleşelim. Nedir seni bunca ağlatan dert ve benzini sarartıp içini kavuran elem? Baştan ayağa nedir bu yanmak? Durmadan gönül derdine boyanmak?Aslın ne olaki; hayat suyun ateşten yaratılıptır?Her an yangınlardasın; hem ateşe boğuluyorsun, aynı anda hem suya! Ey seher kuşu, ne sihirler yapmaktasın ki, ateşin suyundan daha keskindir?İşte vefada ben sana benzemekteyim; hatta belki vefam senden nice kat ziyadedir.Çünkü ey kalbi eriyen, sen her gece yanıyorsun; bense her gece ve gündüz yanıyor ve eriyorum. Üstelik sende ah etmek te yoktur ama bende var! Senin için ne hoştur meclislerde yaşlar döküp içindekileri açığa vurmak. Üstelik senin gönlündeki, dilindedir daim. Ya ben ne yapayım, ney gibi inleyip dururken? Ben öyle her olur olmaz ile yoldaşlık edemem; başımı kesseler, sırrımı söylemem. Şimdi sana söyleyecek olsam derdimi, dayanamazsın, yanmaktan helâk olursun. İçin için yanan bu sırra benim gönlüm bile zor dayanırken, onu sana söyleyecek olsam ahımın ateşiyle kül olmaz mısın sanıyorsun? Bu vakitler, yanılıp yenildim de bu derdi o dildara söyledim. Ne çare bana yoldaş olmadı. Bu derde dayanamayıp sahralara düştü, kaçtı, uzaklaştı gitti. Onun için şimdi acılarımı senin yanında da açmayayım ki, sen de tıpkı o sevgili gibi kaçıp gitme benden.
20 Temmuz 2012 Cuma
19 Temmuz 2012 Perşembe
ORUÇ ÜLKESİ / SEZAİ KARAKOÇ
ORUÇ ÜLKESİ
Ay gelip ramazanı getirdiğini müjdelediğinde ne kadar
sevinsek azdır. Bize Müslümanlığımızın daha bir güçlenip ilerideki yıllara
geçeceğinin garantisini getirmiştir çünkü. Bize, gündüzü ve geceyi tüm
anlamıyla getirmiştir.
Oruç, metafizik âleme açılan pencerelerin ortamıdır mümin
için. Fizik karartıların gönül ışığıyla silinişi. Öteleri görüş ve ötelere
eriş, maddi perdelerin inceltile inceltile öteyi gösterir hale getirilişi.
Oruç, yaşadığımız günlük ve gündelik hayatı adeta bir
rüyaya çeviren mutluluk anahtarı. Kanatlanan gün demek oruç ayının gündüzü.
Yerçekiminin etkisinin kayboluşu sanki benliğimiz ve eşyamız üzerinde. Namazla,
duayla birleşince oruç, büsbütün renklenmiş ve güçlenmiş olarak bizi,
fizikötesi donanımların yıldızlı harmanisine bürür.
Kalbimiz, islâmın kişi için tayin ettiği edimlerle mümin
kalbi haline gelir. Oruçla, namazla, hac ve zekâtla, kalb, kalb olur. İnanç,
kalbde bu tür tecrübelerin tekrarıyla kökleşir. İnançtan davranışa, davranıştan
inanca sürekli bir akış, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerin sağladığı bir kan
dolaşımıdır. Sebepsiz değildir oruç, sebepsiz değildir namaz. Mümin kişiliğinin
oluşması için temel taşlarıdır. Bina, ruh binası bunlarla kuruludur.
Maneviyatın kalesi, bunlarla yıkılmaz olur, pekişir.
Zaman, insanı hep ölüme doğru götütürürken, ramazan
gelir, diriliş ayı başlar. Oruç ayı insanı ölüme değil, diriliş aydınlığına götürür.
Ab-ı hayatta yıkanmaya, çiğ tanesinde göğü seyretmeğe ve gökkuşağının altından
geçmeğe. Oruçsuzluk ne büyük bir boşluk olurdu, oruç zorunlu olmasaydı mümin
için. Tek kişiyle başlar ve biterdi o. Oysa, ramazanda tüm Müslümanların bir ay
oruç tutması, orucu toplum olayı haline getiriyor. Somut hale geliyor toplum
ortasında oruç anıtı.
Tabiatı daha iyi hissetmek ve dinlemek, onun söylemek
istediğini daha iyi anlamak için oruç mucizesine sahiptir Müslüman. Kavramların
yeniden yoklanması, tanımların yeniden yapılması için çıkarılmış bir davetiye
gibidir oruç gündüzleri ve geceleri. Ve her yıl zayıflayan toplumun din bağı,
yeniden güçlenir onunla. Dinin kası ve damarları çalışır hale gelir.
Oruç, insanı, yeniden varolma, yeniden yapılanma,
yoğrulma yolunda bir ay süren bir çileye tâbi tutar. Riyazetlerin en güzeli, en
ilâhisi, en içlisidir o. Oruç, ruhun, madde üzerindeki zaferini ilân için
verdiği bir savaşın adıdır. Zorludur bu savaş. Sonunda, hasat derlenir bu
iradenin savrulduğu harmandan.
Hırsla, ihtirasla dünyaya bağlanmanın, adeta ahireti
unutmanın mevsimlerinin geçtiğini, din gününün geldiğini ilân eden bir
sancaktır çekilmiş insanlık ufku burçlarına oruç. Oruç, dereceler halinde,
belli sürelerde dünyanın tatil edilmesi demektir insan için. Ve ahiretin
Örtülerinin kat kat açılması demek. Süreklice bir gidiş geliş, bir med cezir
dünya ile ahiret arasında. İnsan, bu gidiş gelişledir ki en büyük ilerlemesini
yapacaktır ruh ve maneviyat alanında.
Çağımız, sadece maddi sağlığa önem veren bir çağ. –gerçi
o da bugün hiçbir çağda olamayacak kadar tehlikeyle karşı karşıya.- ruh
sağlığı, beden sağlığından önce gelir. Çünkü: beden sağlığına dikkati de, ancak
ruh sağlığı olanlar gösterecektir. Oruç, beden sağlığı için de tükenmez bir
sıhhat hazinesi gibi etkide bulunmaktadır. Gıdaların tazelenen idraklerle
alınması, herhalde vücudun dirilişinde birinci uyarı ve bilinç yerine
geçecektir.
Ay gelip ramazanı getirdiğini müjdelediğinde ne kadar
sevinsek azdır. Bize Müslümanlığımızın daha bir güçlenip ilerideki yıllara
geçeceğinin garantisini getirmiştir çünkü. Bize, gündüzü ve geceyi tüm
anlamıyla getirmiştir. Namazları, sabırları ve şükürleri, hamdleri getirmiştir.
Rızkı, rızk düşüncesini ve tevekkülü getirmiştir. Nimet fikrine erdirmiştir
bizi. Oruçla namaz arasında da büyük yakınlık vardır. Sanki namaz, orucun,
insan uzuvlarına yerleşmiş bir ruh olarak, kımıldamış ve kanatlanışından
meydana gelmektedir. Oruç da, namazın süzüle süzüle bir buğu olup ruh, beyin ve
kalbi tutmasıyla oluşmakta. Bunun için adeta birbirine aşıktırlar. Birbirlerini
çağırıp dururlar hep her bahaneyle. Ruh, oruç ülkesinde büyümenin sırrını
keşfeder.
İnsan Ve Oruç/ Sezai Karakoç
Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize
Vücut dönmeğe başlar bir tapınağa kurban gibi
Yapılır örtülür uçurumları yakan dualardan
Ten ruhun avuçlarının içinde
Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker
İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer
Bir mevsime döndürür zamanı hiç değişmeyen
İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden
Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına
Sezai KARAKOÇ
Sütun / Sezai KARAKOÇ
Oruç, hiç gecikmeden, yolunu şaşırmadan, tam saatinde,
dinç ve genç, tarihin dinamizmini de özünde gaybın bir üfleyişi gibi taşıyarak
geldi. Mademki geldi onu iyi tanımak gerek.
Oruç, boş bir çerçeve olarak veya bir mevsim gibi sadece
tabiatın bir parçası olarak gelmedi. Tarihin bir parçası olarak geldi.
Dolu geldi. Kendindekini boşaltacak. Giderken de dolu
gidecek. Dolu gitmeli.
Her yılın orucu, büyük "oruç kitabı"na, sabırla
ve meleklerin üslubuyla işlenmiş bir sayfa, bir yaprak gibi eklenir.
Taşların, ağaç kovuklarının, toz zerrelerinin bile, en
keskin bir hafızayla şahitlik yapacağı büyük Hesap Gününde, şüphesiz,
"oruç kitabı", en büyük şahitler arasında, dosyasında en çok belge
bulunduran suç ve sevap araştırıcıları arasında görünecektir.
Demek ki, oruç, çağımıza, göklere mahsus nişanlarla
donanmış büyük ve yetkili bir şahit olarak geliyor ve geldi.
Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz
acıkırsınız. Oruç da susar, oruç da acıkır. Çünkü: Oruç da canlıdır. Sizin
gibi. Hatta sizden fazla. Çünkü: Onda, ölümün eriteceği et ve kemik de yok.
İnsan, sağken bile ölüme karışıktır. Biz, hayatla ölümün karıştığı bir
terkibiz. Sağken, hayat ölüme baskındır ve ölümü kullanır. Sonra yaşlandıkça,
ölüm güçleri yavaş yavaş artar ve ölüm yüzdesi, hayat yüzdesinin üstüne çıkar
bir gün. İşte o gün ölmüşüzdür, ölüm hayatı kullanmaya başlamıştır. Toplum
yaşayışında da böyle. Ecel olarak gelen ölüm, bu hayat-ölüm çatışmasını kesin
bir sonuca bağlar. Ama oruç yüzde yüz diri, saf olarak diridir. Net diridir,
insan gibi brüt değildir.
Bizden daha canlı, bizden daha cıvıl cıvıl olan bu gök
varlığı orucun susadığı su, acıktığı yemek nedir öyleyse? Şairin, şair için
dediği:
Cins şaire mahsus yiyecekler.
Deniz yosunları mavilik medüzaları tarzında,
Oruca, gök şahidi oruca mahsus besinler,
Yükseltilen dualar, derinleşen secdeler,
Kur'an sesiyle aydınlanan ikindiler,
Allah adıyla diriltilen geceler. diyebiliriz belki.
Evet. Oruç da susar, oruç da acıkır. Orucun susadığı ve
âb-ı hayat gibi kanamadığı su, Kur'an sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet,
kuşandığı giyindiği, Allah adının yükseltilmesi, yani cihattır.
Ve orucun da iftarı vardır. Oruç müminin kalbinde iftar
eder. Onun sofrasında, işte saydığımız, göğe mahsus yiyecekler bulunur.
Yalnız, insan orucu özlemez, oruç ise insanı özler.
Ramazan ayı gelince sıla-ı rahim edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği
insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir.
Oruç geldi, öyleyse oruca yemek taşımalı, su sunmalı,
orucun lambasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine ki geldiğinden daha zengin
gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı,
söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ
müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin
ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım o zaman ondan.
Oruç geldi, ondan bize ölümsüz bir şeyler katılacak
demektir. Giderken, bizden de ona ölümsüzleşecek birkaç şey katılmalı.
18 Temmuz 2012 Çarşamba
16 Temmuz 2012 Pazartesi
Oğuz Atay - Bir Bilim Adamının Romanı
Belirli bir düzeyi aşan
insanların içe dönük olduğuna inanıyorum ben. Fakat onların çoğu, iç
dünyalarını başkalarından tecrit etmek isterler, bu dünyalarını adeta
başkalarından kıskanırlar. Bu nedenle, dışa dönük bir elbise giyerler.
MUHİBBİ
Aşk mıdır ki can-ı dil mülkünü yağma eyleyen
Aşk mıdır sinem içinde gelip de can eyleyen
Aşk mıdır ki boynuma takıp bela zincirini
Gezdirip mecnun gibi alemde rüsva eyleyen
Aşk mıdır ki bivefa güller elinden geceler
İnletip bülbülleri ta subh-u güya eyleyen
Aşk mıdır ki bir keman ebru nigarın yadına
Ok gibi kaddimi büküp benim de ya eyleyen
Aşk mıdır ki fenni derdi okutup aşıklara
Fasl-ı babı sinemin levhinde inşa eyleyen
Aşk mıdır ki bu Muhibbi sinesine dağ vurup
Ahir anın gözleri yaşını derya eyleyen…
Nurettin Topçu
Bugünkü mektep insanın ruhunu yüceltmek için değil, makineye
esir olarak midesinin saltanatını yaşatmak için açılmış kapıdır.
Peyami Safa - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Felaketimizi başka
biriyle taksim etmek saadettir; fakat annelerle değil, annelerle değil.
Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur. Çocuklarının
felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına
fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her
intikal edişinde büyüdükçe büyür.
Cemil MERİÇ - ‘’Honore de BALZAC yazısından…’
Jurnal 2 / Cemil MERİÇ
‘’Sen uçuruma yuvarlanırken tutunulan dal,sen vaha,sen
bütün hayal kırıklıklarımın dudaklarında ümidleştiği kadın.’’
15 Temmuz 2012 Pazar
Bir Adam Yaratmak / Necip Fazıl Kısakürek
"Allahım ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam.
Parça parça doğranabilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir
çubuğa doldurulur, içilir havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam. Madem ki bu
kadar korkuyorum, yok olamam. Eczahane camekanlarında, ispirto dolu bir kavanoz
içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi , yumruk kadar bir et parçasına
inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim.fakat şişenin camından yine dışarıyı
seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allahımı
düşünebilirim. Razı değilim Allahım! Yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya,
mevcut olmamaya razı değilim. Bu dünyada bırakamayacağım hiçbir şey yok. Ne
deniz, ne şehir, ne ağaç, ne ev, ne kadın, ne de ben. Bu kalıbım, bu zarfım.,
bu kafesimle ben. Onların hepsini bırakabilirim. Fakat şuurumu, bilmek, duymak,
var olmak şuurumu bırakamam. Razıyım bir toz parçası olayım. İnsanlar üzerime
basarak geçsin. Canım acısın, duyayım. Canımın acıdığıını duyayım. Razıyım bir
kertenkele olayım. Kızgın yaz günlerinde bir bahçe duvarına tırmanayım.
Tırnaklarımı tuğlalara geçireyim.yeşil ve ıslak sırtımı güneşe vereyim. Fakat
güneşle sırtım arasındaki öpüşmeyi duyayım. Tuğlaların incecik zerreleriini
sayayım. Kovuklardaki böceklerin, bir boru içinden bakar gibi bana baktıklarını
göreyim ve düşüneyim.razıyım bir nokta olayım. Fakat o noktaya bütün kainat,
bütün mevcudiyle dolsun. Ben yok olamam.ağlarım, tepinirim, çatlarım,
çıldırırım, ölürüm fakat yok olamam. Her şey benim olsun, vereyim, gökler,
yıldızlar, gökteki samanyolu, ay, dünya, vereyim. Fakat aklım bana kalsın.
Aklım bana kalsın! Aklım!.."
14 Temmuz 2012 Cumartesi
Attila İLHAN
söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
zamanlar
değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük
bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün
o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
kadehlerin
mehtaba kaldırılması
adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var
hüzün
Attila İLHAN
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne
tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziran da
mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat
ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.
Yoksulluk İçimizde / Mustafa Kutlu
O yapışkan örümcek ağı.Gitar sesi,dudak boyası ve
mikrofon.Ses seslikten,dudak dudaklıktan çıkmalıdır.Fitne vücuda adım adım
yayılmalıdır.Toprağın üzeri asvaltla kaplanmalı,insanlar arabalara binmeli
ayakları yerden kesilmelidir.Sebzelere sun’î gübre verilmeli,tüpte çocuk
üretilmelidir.Yeryüzü devasa bir tiyatro sahnesidir,herkes rolünü ezberlemeli.
-Siz hangi rolde oynuyorsunuz?
-Ben alçak rolündeyim.
-Ya siz?
Aldatılmış koca.
-Peki sizin rolünüz nedir?
Para yiyorum,küçük bir rol,ama mühim dedi rejisör.
-Aranızda Allah korkusu duyan var mı?Hep bir ağızdan ve
çığlık çığlığa:
-Onu unuttuk,ne mutlu bize onu unuttuk…
Yoksulluk İçimizde / Mustafa Kutlu
Münacaat - İsmet Özel
ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan sarmaladığı günlerde bir zamandı heves ettim gölgemi enginde yatan o berrak sayfada gezindirsem diye ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende. Vakti vardıysa aşkın,onu beklemeliydi genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için halbuki aşk,başka ne olsundu hayatın mazereti demedim dilimin ucuna gelen her ne ise vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi. Hata yapmak fırsatını Adem’e veren sendin bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi. Çeşme var,kurnası murdar yazgım kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi. Gençtim ya,ne farkeder deyip geçerdim nehrin uğultusu da olur,dalların hışırtısı da gözyaşı,çiğ tanesi,gizli dert veya verem ne fark eder demişim bilmeden farkı istemişim. Vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık! Yola madem çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım hava bozar,yüzüm eğik giderdim yine yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar yola devam ederdim. Gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın onunla ben hep sevişecek gibi baktık birbirimize. bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık. Oysa bu sürgün yeri,bu pıtraklı diyar ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık ah,bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık gönendi dünya bundan istifade dünya bayındırladı: Bir yakış,bir yanış tasarımı beride öte yakada bir benî adem her gün küsülü kaldık. Bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan artık bu yaşa erdirdin beni,anladım gençken almadın canımı,bilmedim demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer çiğ tanesi sanmak ne cüret,gözyaşıymış insanın insana raptolduğu cevher. Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi taşınacak suyu göster,kırılacak odunu kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin tütmesi gereken ocak nerde? |
13 Temmuz 2012 Cuma
İSKENDER PALA
Kanuni çağında yaşamış bir şair vardır; Balıkesirli
Satılmış Efendi. Şiir tarihleri onu Zati mahlasıyla anar ve Bayezit Camii
yakınındaki küçük dükkânında toplanan şairlerden, orada kurulan şiir
meclislerinden uzun uzun bahsederler. İşte o meclislerden şiir meydanına taşmış
bir beyit:
Şekl-i aşkı gönlümün levhinde tahrir eyledim
Yanar odı bir akar su üzre tasvir eyledim
Aşkın resmini gönül sayfama yazdım. Yani ki yanar bir
ateşle akar su üzerine resim çizdim.
Beyit çok yalın ve düz mantık ile söylenmiş; insan ancak
üzerinde düşündükçe derinliğin farkına varıyor. Gönlünü sayfaya benzeten şair,
aşkının resmini de o sayfanın üzerine yapmaya yelteniyor. Ne çare ki aşkı bir
yanar ateş; gönlü de bir akar su. Ne su üzerine yazı yazılıp şekil çizilebilir;
ne de yanar ateşe hükmedilip resim gibi dondurulabilir. Üstelik her iki unsur
da birbirinin zıddı olup birinin olduğu yerde diğeri yaşayamaz. Buna rağmen
şair "tasvir eyledim" ifadesiyle bize bu işi başardığını, akar su
üzerine ateş yalımlarıyla "aşk" yazısını yazdığını veya kendisinin
aşk uğruna çektiği ıstırabı resmettiğini söylüyor. Benzetme unsuru olarak da
kalbin içinde su gibi akışkan bir kan olduğunu ve kanın da ateş kırmızısı
rengini gündemde tutuyor. Çünkü onun bize asıl söylemek istediği de zaten
bağrına kan oturduğudur. Eğer bu beyitte yalnızca "Aşkı anlatmak, akar su
üzerine ateşle yazı yazmaya benzer" deseydi kendisine inanır, aşkın
anlatılamazlığına, açıklanamazlığına, tarif edilemezliğine vakıf olduğunu
söylerdik; ama o bu işi başardığından, yazıyı yazdığından (veya resmi
tamamladığından) bahsediyor. Yani ateşe güç yetirdiğini, hatta ona hükmettiğini
ve aşk kelimesini (veya aşka dair bir resmi) yazabilecek bir forma soktuğunu,
üstelik de bunu tuval yerine bir akarsu üzerine (gönlüne) nakşettiğini
söylüyor. Deseydi ki "Aşk, su üzerine ateşle yazı yazmaktır!" belki
yine inanırdık, ama o "Benim gönlüme bakanlar oradan aşkı tanırlar,
okurlar, görürler, seyrederler; çünkü sevgilinin hasretiyle su gibi eriyip akan
gönlümde bulunan yanar bir ateş vardır ve bu da aşkın tanımı, resmi,
anlatımıdır.!" diyerek hemen hemen bir mucizeyi işaret etmektedir.
Aşka tahammül, onun gerçeğini bilmek, ancak Allah'ın
inayetiyle mümkündür. Yoksa âşık kendiliğinden ona tahammül gösteremez veya
yarı yoldan döner (çileyi kırmak), veya sahte görüntüleri aşk zanneder. Koca
Yunus'un erik dalına çıkıp da üzüm yediğini zannetmesi işte böyle bir vetirenin
sonucudur. Hani ne diyordu:
Çıktım erik dalına
Onda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı
Der ne yersin kozumu
Erik yemek üzere erik dalına çıktım; ama bir de baktım,
üzüm yemekteyim. Şaşkınlığımdan hayrete düştüğüm sırada bir ses duydum:
Bahçenin sahibi kızgın kızgın bana bağırmaktaydı: "- Bre sen ne hakla
benim cevizlerimi yiyorsun?''
İmdi, Zati Efendi'nin yukarıdaki beyti söyleyebilmesi
için öncelikle yanan bir su hayalini üretecek zeminde bulunması lazımdır. Gerçi
Zati zamanında İstanbul iki defa büyük yangın geçirmiştir ama bunlardan hiçbiri
denize taşmamıştır. Deniz savaşlarında ateşe verilen gemiler sureta denizin
yandığı vehmini bırakırlarsa da şair burada bir akar sudan bahsetmektedir. O
halde ya bir ırmakta, veya Boğaziçi'nde tutuşan gemi(ler) görmüş olmalıdır.
Maalesef tarih kitaplarında buna dair bir ipucu bulamadık. Ama şairin su
üzerinde bir yangından bahsettiği kesindir; çünkü deniz araçları (sandal,
kalyon, çektiri vb.) önden bakıldığında şekil itibarıyla gönül resmine
benzerler ve şairler de sık sık gönlü bir sandala veya gemiye benzetirler.
Şairin gönlünü su ile izah etmesinin sebebi onun daima
sevgiliden yana aktığını ifade etmeye çalışmaktan ibarettir. Böylece o gönlün
içindeki nakışlar birer ateş paresi olacaktır ki İlahi aşk böyle bir zeminde
neşv ü nema bulur. Belki de bu yüzden, su üzerine resim yapmakla alakalı ebru
sanatında da ustalar, teknelerine kalp çizecekleri vakit bunu bilerek veya
gayriihtiyari ateş renginde kırmızı boya ile çizerler.
ÇOK YAŞAYAN YÜZE KADAR YAŞIYOR
Yahya Kemal'in güzel bir beyti vardı; hani geçenlerde
sizlerle paylaşmış idim: Meyve-i memnu'dan tadmak günahından beri Karban-ı aşk
bitmez bir beyabandan geçer "Adem'in Havva elinden yasak meyveyi yiyip de
ilk günahın işlendiği günden bu yana aşk kervanının hiç sonu gelmez, uçsuz
bucaksız bir aşk çölünde yürür gider..." Üstadın aşkı cennette başlatan,
ezel fikrine uygun bu ifadeye, ünlü saz şairi Ruhsati'nin (ö. 1911) dizeleri
arasında da rastladık. Sivas'ın bir köyünden dünyaya yayılan o gür sesiyle
şöyle diyordu: Daha senden gayrı âşık mı yoktur Nedir bu telaşın vay deli gönül
Hele düşün devr-i âdemden beri Neler geldi geçti say deli gönül Dünyadan
kendini vazgeçilmez sanan nice insanlar gelip geçti. Hepsi "Ben olmasam bu
dünyanın hali nic'olur?!" diye düşünen insanlardı onlar. Kendileri
bilmeseler de, gittikleri vakit dünya yine dönmeye devam etti, güneş dağların
ardından yine doğdu. Ve bu tiplerden ülkemizde yığınla herif var. Ruhsati
şiirinin diğer kıtasında onlara sesleniyor: Gördüm iki kişi mezar kazıyor Gam
kasavet gelmiş boydan aşıyor Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor Gel de bu rüyayı
yor deli gönül
Beş Şehir / Ahmet Hamdi Tanpınar
“En büyük meselemiz budur; mâzî ile nerede ve nasıl
bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhrânının çocuklarıyız; hepimiz
Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veyâ olmamak” dâvâsı içinde yaşıyoruz. Onu
benimsedikçe hayâtımıza ve eserimize daha yakından sâhip olacağız. Belki de
sâdece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfîdir.”
12 Temmuz 2012 Perşembe
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
TÜRKÜLER DOLUSU
Kirazın derisinin altında kiraz
Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca
Memleketim var
Canıma ciğerime dek işlemiş
Canıma ciğerime
Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez
Ne yana gitsem nafile.
Memleketin hali gözümden gitmez
Binbir yerimden bağlanmışım
Bundan ötesine aklım ermez.
Yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik, damar damar
Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri
Bir avuç tiftik
Bir çimdik çavdar
Bir tutam şile bezi gibi
Dişimden tırnağıma kadar
Ressamım.
Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım
Taşıma toprağıma toz konduranın
Alnını karışlarım
Şairim şair olmasına
Canım kurban şiirin gerçeğine hasına
içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter
Eğri büğrü , kör topal kabulum
Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım
Şairim
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm
Hey hey, yine de hey hey
Salınsın türküler bir uçtan bir uca
Evelallah hepsinde varım
Onlar kadar sahici
Onlar kadar gerçek
insancasına, erkekçesine
'Bana bir bardak su' dercesine
Bir türkü söylemeden gidersem yanarım.
Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler,
Köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni...
Ben türkülerden aldım haberi.
Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak
Hilesiz hurdasız, çırılçıplak
Dişisi dişi, erkeği erkek
Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara
Bıçağı bıçak .
Ah bu türküler köy türküleri
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi
Kiminin reyhasından geçilmez
Kimi zehir, kimi zemberek gibi.
Ah bu türküler, köy türküleri
Olgun bir karpuz gibi yarırılır içim
Kan damlar ucundan, murekkep değil
işte söz, işte ses, işte biçim:
'Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar'
iliklerine kadar işlemiş sızı
Artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var.
Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi dövüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl
Ömrunde bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen...
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
Kemal Tahir - Yorgun Savaşçı
Bir memlekette halkın
kahraman anlayışı, eşkıyadan yukarı çıkmamışsa, o memlekette insanların
çoğunluğu soyguna biraz yatkın demektir.
Ruhun Malzemeleri / Rasim Özdenören
Nuri Pakdil bir gün,söz arasında:’’Birkaç roman okumamış
olan kimseye şoför ehliyeti verilmemeli’’demişti.
Jane Austen - Gurur ve Önyargı
Gurur, çok yaygın bir
kusurdur. Okuduğum onca şeyden sonra şuna inandım ki gerçekten çok yaygın;
insan doğası gurura bilhassa eğilimli; o ya da bu gerçek ya da hayali bir
özellikten ötürü kendinden memnuniyet duymayan pek az kişi vardır. Gurur ve
gösteriş farklı şeyler; ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. İnsan
gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. Gurur daha çok kendimizle ilgili
görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürmek
istediğimize.
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Aşk bir sarmaşıktır / İskender Pala
Aşk bir sarmaşıktır ve en iyi bir tanımı da budur. Aşk kelimesinin kökeni de oradan gelir. Sarmaşık bir ağacı dıştan sarar, yemyeşil gösterir ama içten içe kurutur. Nice çınarlar, nice selvi boylular aşkın sarmasıyla içten sararmış kurumuştur, dışı yeşil görünür hâlâ.
Maşuk uğruna ölmek, aşkı ispatlar mı?
Aşkın ispatı için can vermek en kolay yoldur. Dirilip tekrar can verebilecek, yani aşkı için hergün ölmeyi göze alabilecek olan ise gerçek âşıktır.
Aşk nasıl bulunur?
Birdenbire bulunur. Galip Dede, “Birdenbire bul aşkı, bu tufte (armağan) bulanındır” der. Aşk, bir bakıştan ibarettir ve anında bulunur. Çünkü, o kalbin görüşüdür.
Bir de büyü var. Aşk’ın büyüsü nasıl görünür?
Aşktaki büyü, kendiniz olamamaktadır. Kendiniz gibi davranmadığınız zaman aşk sizi büyülemiş demektir. Sevgi büyü değildir. Sevgi, duygularımıza hakim olabildiğimiz noktaya kadar, olan şeydir. Büyüleyen kısım aşka varınca geliyor. Mecnunluktur, çılgınlıktır o nokta. Sen sen olmaktan çıkarsan, aşk başladı demektir.
Aşk bedeni nasıl kuşatır?
Bu, kalp ile zihnin örtüşmesidir. Kalbin, akla hakim olup oradan gözünüzü, kulağınızı, ihtiyatınızı kapladığı an aşk bütün genleri ve hücreleri kuşatmış demektir.
Bu noktada mı aşk’ın gözü körleşir?
Kördür evet. Siz bakarsınız ama gördüğünüz görmek istediğinizdir. Kalbin görmek istediğini görmeye başlarsınız. Çünkü aşk bir bakıştır ve güzelliği sadece siz görürsünüz. Leyla kara kuru bir kızdı ama Mecnun’un gözüyle bambaşkaydı.
Aşk bir hastalık mıdır ve birgün geçer mi?
Evet, bir hastalıktır ama bu reddedilecek bir hastalık değildir. Bu hastalığı ömründe bir kez geçirmeli insan… Gerçek aşk ise yarası kapanmıyor. Bugünkü ucuz ilişkiler değil tabiî. Aşkın yarası yanık yarası, kılıç yarası gibidir. Mutlaka kalpte izi kalır.
Peki, aşk bir teslimiyet midir?
Evet, teslimiyettir ve hiçbir şekilde soru sormamaktır.
Aşkı hayatın bir yerinde bulmak insanın kaderi midir?
Biz aşkı arayan gözle bakarsak aşkı buluruz. Aşk bizi bulmuşa işte o kaderdir.
Nurettin TOPÇU-Kültür ve Medeniyet-1970/ s. 45
“Hakla kuvvet, tahakkümle merhamet bilgisizlikle ilim,
servetle sefâlet ikilikleri kendi aralarından varlığı selâmete kavuşturanın
içerisinde eriyerek birleşmelidir. Bunun gibi halkla münevverin, muhafazakârla
inkılapçının, Doğulu ile Batılının birbirlerinin gözlerinin tâ içine bakarak
karşılıklı kalplerini okumak suretiyle el ele vermeleri lâzımdır. Bizi ezen
nefretle lâkaytlık halleri gömülmelidir. Anlayışın ve selâmetin gelmesi için,
aşkın bir an evvel doğmasına elbirliğiyle çalışmalıyız.”
9 Temmuz 2012 Pazartesi
Dilenci ve Züleyha’ya dair / Nazan Bekiroğlu
İki gülümseme öykü I- Züleyha’nın Dilenciye Gülümsemesi
Bir gün Züleyha,
arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu
kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından.
Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve
hayranlıkla kenara çekiliyor ve Mısr’ın parlak seheri Züleyha’ya yol
açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri
saçına Züleyha gibi takamazdı.
Birden bir meczub, ehil arslanları, atları ve arabaları
aşarak Züleyha’nın tahtırevanının önüne dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyha tül
cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedenini anlamak istedi.
Gözlerini kaldırarak Züleyha’nın yüzüne bakmaya başladı
meczub. Züleyha, dedi, sevindir beni. Züleyha kölelerine meczubun
sevindirilmesi için işaret etti.
Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avcuna ama
meczup oralı bile olmadı.
Züleyha, dedi, sevindir beni, bana gülümse. Başka bir şey
istemem.
Züleyha, bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca,
aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu
kumandanını tanıdı, Mısr’ın en güçlü komutanını. Usulca gülümsedi.
Züleyha gülümsedi, açıldı bütün beyaz zambaklar, bütün
bahçelere bahar geldi.
Züleyha gülümsedi, mamur sarayların ve yıkık sarayların
kentinde bütün dilenciler bir eşi daha bulunamayacak devletle donandılar.
Başını önüne eğen meczub sessiz ve sakin, geldiği gibi
çekiliverdi.
O günden sonra Mısr’ın lisanına, sadaka vermek anlamına
gelen yeni bir deyim yerleşti: Züleyha’nın gülümsemesi.
II- Dilencinin Züleyha’ya Gülümsemesi
Bir gün Züleyha, ki o artık Yusuf’un özlemiyle bütün
serveti ve bütün gücü de, gençliği ve güzelliği gibi kendisini terk etmiş bir
kadındı, bir zamanlar görkemli alaylar eşliğinde ve bir ışık topu halinde
geçtiği kentinin sokaklarından sessizce geçiyordu. Adımları hastalıklı ve
ağırdı.
Acımasız bir yaşlılık ve çok kollu bir ahtapota benzeyen
hastalık tarafından kuşatılmışsa da kalbinden daha fazla acıyan bir yeri yoktu.
Züleyha hala aşktı.
Ateşe düşen yaş kütüğün önce boğula boğula, sonra alev
alev, sonra köz, yanması gibi Züleyha da yanıyordu. Ne bir çığlık, ne bir
şikayet. Çıt yok! Züleyha dayanıyordu. Züleyha’nın içinde büyüyen hu yangını,
bunu kendisi de bilmiyordu. Bir ah’tı Züleyha sadece. Kelam yoktu, eylem yoktu.
Yürüyordu ama yürüdüğü yolun mahiyetini henüz fark etmiyordu.
Bütün istediği Züleyha’nın, kendisine Yusuf’tan haber
getirecek birisiyle karşılaşmak, onun soluk alıp verdiği havayı içine çekmek,
onun adımlarını ya da gözlerini iz düşürdükleri yerden toplamaktı. Züleyha
böyle var oluyordu. Yittiğini zannediyordu da zahirini görenler, Züleyha böyle
büyüyordu.
O gün Züleyha, ki o artık ne zengin ne de genç ve güzel
bir kadındı, çok kez ölmüştü de gövdesinde bir kez bile ölümü duymamıştı
kalbinde, bacaklarındaki derman kesilince yavaş yavaş, olduğu yere çömeliverdi.
Sırtını dayadı da bir duvara yumdu gözlerini.
Gözlerinin önünden geçerken Yusuf’un dahil olduğu eski
zaman düşleri, efendiyi köleye, köleyi efendiye dönüştüren hikayenin özeti.
Züleyha bir sesle irkildi. Bir dilenciydi bu. Elinde asa, sırtında yırtık bir
hırka vardı. Gözlerinde; düşenin dostu olan o yeganeden başkasına güvenmemenin
emniyeti.
Dedi: Züleyha, bir zamanlar ne kadar, hem ne kadar yardım
ettiğin bu yoksulu sen elbet hatırlamazsın. Ölümün ürpertili uçurumunun
kıyılarından tutup da geri çekiverdiğin onca muhtaç arasından bu silik soluk
simayı elbette bulup çıkaramazsın.
Ama sen şimdi ben olmuşsun. Belin bükülmüş, Mısr’ın aysız
gecelerine benzeyen saçların beyazlamış, Nil’in pürüzsüz sathına benzeyen tenin
buruşmuş. Yoksul düşmüşsün, aç ve yalnızsın. Keşke ben de senin yerinde olmuş
olsam da ellerinden tutabilsem. Ama gel gör ki sana verebilecek hiçbir şeyim
yok, kalbimin dışında. Böyle diyerek dilenci Züleyha’ya gülümsedi.
Gülümsemesinde dilencinin şefkat vardı.
Züleyha’nın kalbi Yusuf’u yitirdiğinden bu yana hiç
olmadığı kadar genişledi. İlk kez Züleyha derin bir nefes alabildi.
Ve bildi ki durur gibi görünen hayat, devamlı
değişmektedir ve şehin gedaya dönüşmesi zannedildiği kadar da zor değildir.
Yeni bir deyim daha girdi Mısr’ın lisanına bu anlamda; Dilencinin Züleyha’ya
gülümsemesi.
6 Temmuz 2012 Cuma
3 Temmuz 2012 Salı
1 Temmuz 2012 Pazar
AÇIK CÜMLE / HAYDAR ERGÜLEN
Bazen hiçbir şey çıkmaz zarftan
hiçbir cümle doldurmaz mektubu
ne günışığı sızar ne akşama ermenin saadeti
kapalı bir yara gibi gezer öyle mektuplar
kim açsa, kim dokunsa eli yanar
bazen sözler boşa gider mektuplar boşa
bazen bir cümleden mektup yanar
Haydar ERGÜLEN
Leo BUSCAGLİA
Anımsıyormusun;
yeni arabanı ödünç alıp çarptığım günü?
Öldüreceğini sanmıştım beni,öldürmedin oysa..
Anımsıyormusun;
seni zorla sahile götürdüğüm,yağmurun yağacağını
söylediğin ve yağdığı günü?
''Söylemiştim sana'' demeni beklemiştim,demedin oysa..
Anımsıyormusun;
kıskandırmak için seni başka oğlanlarla oynaştığım ve
senin kıskandığın günleri?
Terkedeceğini sanmıştım,terketmedin oysa..
Anımsıyormusun;
çilekli pasta düşürüp,arabanın paspasını kirlettiğim
günü?
Tokatlayacağını sanmıştım,tokatlamadın oysa..
Anımsıyormusun;
Dansın resmi giysili olduğunu söylemeyi unuttuğum ve
senin kot pantolonla katıldğın günü?
Bırakacağını sanmıştım beni bırakmadın oysa..
EVET,
Yapmadığım çok şey vardı,ama dayandın bana sevdin ve
korudun beni..
Çok şey vardı,benimde senin için yapmak
istediğim,Wietnam'dan döndüğünde.....
Dönmedin oysa...
VE HÜZNÜM DOĞDUĞUNDA / Halil CİBRAN
Gece gündüz üstüne titredim sevecenliğimle…
Ve hüznüm büyüdü zamanla, serpilip güçlendi,
Tüm canlı varlıklar gibi olağanüstü güzelleşti.
Ve hüznümle ben, hep sevdik birbirimizi, ve dünyayı,
Kaynaştık güzel ruhlarımızla birbirimize ve dünyaya…
Ve hüznümle ben, söyleştikçe günlerimiz kanatlanır,
Konuşkan düşlerimizle seçkinleşirdi gecelerimiz.
Ve hüznümle ben, şarkılar söylerdik, komşular dinlerdi;
Çünkü deniz gibi derindi, anılarla dopdoluydu ezgilerimiz.
Ve hüznümle ben gururla yürürdük, saygılı gözler önünde;
Düşmanca bakanlar da olurdu, çünkü soyluydu hüznüm.
Ve hüznüm her canlı gibi öldü bir gün, yalnız kaldım;
Kendimden geçtim, düşüncelere daldım, bunaldım.
Ve konuştuğumda duymuyorum şimdi kendimi,
Ve komşularım gelmiyor artık şarkılarımı dinlemeye.
Ve düşlerimde dost sesler bana bakıp fısıldıyor şimdi:
“İşte bakın, burada yatıyor hüznüyle birlikte ölen adam.”
VE SEVİNCİM DOĞDUĞUNDA…/ Halil CİBRAN
“Gelin komşular, görün, gülümseyen güneş oldum!”
Ama hiçbir komşum gelmedi sevincimi görmeye,
Aylarca sürdü şaşkınlığım, unutuldum, yalnızdık.
Ve sevincim solgun, güçsüz büyüdü; benden başka
Hiçbir yürek ona sevgi duymadı, öpmedi hiçbir dudak;
Ve sonunda her canlı gibi öldü sevincim, yalnızlıktan…
Ve şimdi öldü sevincimi, ölü hüznümle anımsayabiliyorum.
Ve yüreğimde kardeş anıları, rüzgârda mırıldanıp düşen
Suskun ve Solgun güz yapraklarını andırıyor şimdi…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)