SEVGİLİM İHANET
Kelimelerin hastalıkları varsa eğer,”ihanet” mutlaka
cüzzamlı olmakla suçlanmıştır.Oysa, soluğumuz kadar yakındır da biz onu
bambaşka yerlerde ve kendimizden çok uzakta bilmeyi yeğleriz.İhanet hayatımızın
ta kendisidir,dikkatli bakın, göreceksiniz.
İhanet daima iki uçlu.Gerçekleşmesi için bir muhatap
gerekli ve bu yanıyla aşka benziyor.Bu yüzden değil mi ki ihaneti
yaşayanlar,büyük aşkları yaşayanlar kadar ünlü ve daima çift isimle anılıyor bu
öyküler.Habil ile Kabil söz gelimi.Leylâ ile Mecnun .En trajik olanı galiba
İsa’nın son akşam yemeği ve İşte insan. Hıristiyan batıda her şey bu çok eski
ihanetin etrafında döner ve çarmıhlar artık daima omuzlardadır.Sezar’ı asıl
öldüren yediği hançerden daha çok Brütüs’ün,olmaması gerektiğine inandığı bir
yerdeki mevcudiyetini görmesidir.Genç Osman için de öyle. Evvelâ sarayının
kapısını emanet ettiği bostancılar ardına kadar açarlar bâb-ı hümayunu
ihtilâlcilere,ardından o kadar güvenerek sığındığı Yeniçeriler emanete ihanet
ederek alıverirler “Osman Çelebi”nin canını.Gerçi Yeniçeriler çok çaba sarf
etmişlerdir ama artık kaldırılmış bulunan 28.ortanın adı yoklamalarda her
okunuşunda yeri göğü inleterek yok olsun diye bağırmaları bile alınlarındaki bu
ihanet lekesini temizlemeye yetmez. Esasen Genç Osman’a ihanet edenler arasında
kısacık saltanatında tutulan güneş ve yüzlerce yıldan beri ilk kez donan Boğaz
sularının da kendine özgü bir yeri olması gerek.Halk, ölümüne o kadar çok
ağlayacağı padişahın ,sağlığında uğursuzluğuna inanmıştır.
Osmanlı’yı kuşkusuz çok az şey Kırım Hanı Murad Giray’ın
Viyana kapılarındaki ihaneti kadar yaralamıştır.Üstelik Giray, bilerek
yapmaktadır:Bilirim,dine sığmaz,ihanettir cümlesini sarf etmiş olması bile
tutmakla yükümlü bulunduğu köprüyü müttefik kuvvetlere hoyratça açmasına mani
olamaz.
Osmanlı’yı çokça meşgul eden eşine az rastlanır bir başka
ihanet de Abdülmecid’in dördüncü ikbali Serefraz’ın yarattığı ve neredeyse bir
milli gaileye dönüşen “aile faciası”dır. Fazlasıyla kıskanan ve kıskanılan bir
kadın olan Serefraz, Dolmabahçe’den ayrılarak Yıldız Kasrı’na yerleşmiştir. Sık
sık kasra gelen Abdülmecid’i içeri almakta çok cömert davranmayan dördüncü
ikbal üstelik Küçük Fesli lâkabıyla tanınan bir Ermeni delikanlısının aşkına
karşılık vermektedir.Hanedana mensup bir kadının açık ihaneti özellikle sarayı
çok rahatsız eder.Ailesi tarafından Adalar’a kaçırılan delikanlının Sultan’a
duyduğu aşk yüzünden tekrar İstanbul’a dönmesi ise saray mensupları tarafından
öldürülmesinden başkaca bir sonuç vermez.Ailesi delikanlının İngiliz,Fransız ve
Rus sefaretlerine baş vurarak takibat açılmasını isterler ve mesele İstanbul’u
uzun zaman meşgul eder.Bazı kaynaklarda rastlamamıza rağmen bu hikâye oldukça
inanılmaz.Asıl inanılmaz olansa bunca hadiseden sonra Serefraz’ın hâlâ padişah nezdindeki
kıymetini muhafaza edebilmiş olması.
İhanet Osmanlı hanedanından hiç uzak değil.Bütün saraylar
kadar Osmanlı sarayının da içinde.Yavuz’un kızı Fatma Sultan, bir kişiye düştüm
ki beni kelb hesabına saymaz…bir hil‘atini görmedim,bir kaftanını giymedim.Dul
avret gibi dirilürüm cümleleriyle evliliğinin ve düşlerinin ihanetine
uğradığını ,çok sade bir lisanla ve döneminde her hangi bir genç kadının
yapabileceği tek şeyi yaparak babasına aktarır.
Fakat muhteşem ihanetleriyle Kanuni yine -bir Osmanlı trajedisi
varsa- baş roldedir.İlki elbet Şehzade Mustafa etrafında biçimlenir.Nizam-ı
âlem uğruna şehzade katline izin veren kanunname bir yana,Mustafa’nın katli
esnasında Kanuni’nin başını çadır aralığından uzattığı rivayeti ve bunu böyle
de gösteren minyatür asıl ihaneti vurgulamakta.Ve ihanete tepkiyi.Az rastlanır
bir düğünle Kanuni’nin resmi eşi olmayı çok kolay başaran ve vak’anüvislere
bakılırsa nikâhtan sonra muhteşem kocasının ihanetine hiç uğramayan Hürrem’in
Kanuni’yi bu ihanete hazırlaması çok kolay olmamış olmalı.Ama aynı şey sadece
ecel celâlilerinin aldığı Mustafa Han ile sınırlı kalmayacak ve Hürrem, isminin
başındaki makbul sıfatı kısa zamanda maktul’e dönüveren İbrahim Paşa’nın
öyküsüne de girecektir. Makbul İbrahim Paşa , damatların başka kadınlarla düşüp
kalkması katiyen yasaklandığı halde ;Yavuz’un kızı,Kanuni’nin kardeşi gibi bir
sultan olan eşine ,Muhsine adlı bir kadınla ihanet etmektedir.Kuşku yok
ki,İbrahim’in sonunun hazırlanmasında bu ihanetin payı hiçti.O, seher semasında
çokça ışık saçmaya başlayan bir yıldızcıktı ve muhteşem bir güneşin kaçınılmaz
ihanetine uğradı.Her türlü ihtimale açık bir ikbal yolunu ayakları dibine
sererken daha başlangıçta Kanuni , İbrahim Paşa’ya , kendi sağlığında bir zarar
gelmeyeceğine dair yemin etmişti.Bu yüzden katline karar vermesi çok kolay
olmadı.Kanuni hakkında bir eser sahibi bulunan Fairfax Downey’e bakılırsa,
uyuyan kimse hayatta değildir,uyku ölüme benzer ve insan o esnada hayatla
kendisini bağlayan her hangi bir bağdan müberra bulunur mealindeki ayetden
hareketle İbrahim
Paşa, Kanuni uyuduğu bir esnada maktul edildi.Fakat Paşa
kim bilir kendisini ölmeden önce öldüren bu ihanete uğradığı esnada,Kanuni’nin
uyumakta olduğu yan taraftaki odasında aniden uyandığı ve onu Hürrem Sultan’ın
teskin ettiği rivayet olunur.
Edebiyatımız,tümüyle sanat ve edebiyat ihanet
güzellemeleriyle doludur.En masumları Suat ve Necip’tir kuşkusuz ve Eylül bir
ihanetin öyküsü. Duygularda da kalsa ihanetin kirinin mutlak temizlenmesi
gereği Mehmed Rauf’u da etkiler.Romanın sonu Mehmed Rauf’un yapabileceği en
uygun şekilde gelirken ve o kadar acıdığımız ve anladığımız dahası masumiyetine
tanıklık edebileceğimiz Suat ve Necib’in günahını bu dünyada ateş temizlerken
,biz galiba hangisinin daha az dürüst olduğunu düşünmek zorunda kalırız :
Romanın kuralarının mı,yaşamın kuralarının mı?
İhanetin ism-i faili sabıkalı bir kelime:Hain.Ama
ihanetin ism-i faili hain ise eğer bütün o Lady Makbetler,Fintenler,Therese
Raquınler, Bihterler’le birlikte bizzat yazarına göre göre içindeki mücadele
herhangi bir meydan savaşında bir komutanın verdiği mücadeleden daha az olmayan
Vadideki Zambak’ın Henriette’i ,Halide Edib’in Seviye Talip’i,Suat ve Necip
,oyunu toplumun kurallarına göre değil de kendi vicdanının ve erdeminin
kurallarına göre oynamaya kalktığı için kaybeden Anna hep hainlerdir.Bu iki
grubu ayıran ve onları gözümüzde bayağı veya masum kılan şeyse,yazarın bakış
açısından başka bir şey değildir çoğu kez.Çünkü yazar,bütün düşüncelerimizi
yönlendirebilecek bir büyücüdür.
Anna Karenina romanı karlı bir günde ve bir tren
istasyonunda başlar.Bir başka karlı günde ve bir başka tren istasyonunda
biter.İlkinde Anna,toplumun saygıdeğer bulduğu sadık bir eş,iyi bir annedir.Ve
çok güzel bir kadın.Sonunda ise, aristokrat Rus toplumunun gizlice yaşanmasını
rahatlıkla onayladığı yasak aşkını, meşru zemine çekemediği noktada , gizlice
yaşamayı onuruna yediremeyerek açıkça yaşadığı için dışlanmış bir kadın.Artık
iyi bir eş ve iyi bir anne değildir.Ama yine çok güzel bir kadın.Kendi
güzelliğinin ihanetine uğrayacağı yılların hızla yaklaştığının farkında,usulca
bırakır kendisini bir trenin tekerlekleri altına.Çünkü güzellik ihanet eder ve
doğrudur kadının iki kez öldüğü.
Tolstoy,Anna Karenina’yı içindeki Anna Karenina’nın aynı
olarak anlatabilmiş midir,bilinmez ama kaç yazar,kaç şair dil’in kendisine
ihanetinden müşteki değildir?Kuşkusuz hiç. Hamid’in yakalayamadığı,ancak susmak
veya pek karanlık bir şey söylemek olarak tanımladığı bir şiir,dilin ihanetine
karşı geliştirilmiş bir müdafaa maskesi değil midir?Akif,ağlarım ağlatamam
hissederim söyleyemem /dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım mısralarını
ağlarken , Orhan Veli anlatamıyorum çığlığıyla anlatmaya çalışırken hep bu
ihanetten müşteki değil midirler?Haşim şiiri anlaşılmaktan ziyade duyulmak zeminine
çekerken,Ahmet Cemil şiir lisanını baştan ayağa bir insan,adeta konuşan bir ruh
olarak tanımlarken aynı şeyi söylemiyorlar mı?Şiire kadar uzanmaya gerek
yok.Derdimiz hep anlatamamak ve anlaşılamamak değil mi?Ben öyle demek istemedim
cümlesi ile başlayan boğucu koridorların aşılması ne kadar zordur.Ardından
gelen böyle demek istedimler de daha fazla ifadeye muktedir değildir. Üstelik
bize hep ihanet eden dile rağmen bizi en iyi anlayacak olanı beklemiyor muyuz
sürekli?Ve bizi en iyi anlayacak olanı bulduğumuzu zannettiğimiz her defasında
yeni bir ihanete hoş geldin demiyor muyuz?Ve o her defasında yanlış kişi
çıkmıyor mu?
Gerçek şu ki ,kalplerin dili olsaydı,dilin ihanetine
uğramadan birbirlerine daha çok şey anlatabilirlerdi.Belki Cocteau’nün bahsettiği
gibi bir şairi yanlış anladığımız için sevmekten vazgeçebilmemiz için de, Paul
Eluard’ın görüşünün gerçek olması ve bizim artık kelimelere ihtiyaç kalmadan
şiiri kafa ile okuyabileceğimiz günlerin gelmesi gerekli.Ama galiba o zaman da
ne şiir kalır,ne nesir.
Sevgilim dil’in ihaneti,sevgilim şiir çünkü.
Ve sevgilim ihanet.
Sevgilim ihanet,çünkü hayatın kendisi bir ihanete dönüşür
yüzümüzde ter damlaları belirdiğinde ve ayaklarımız suya değdiğinde.Bir de
bakarız ki birileri,bizimle hiç ilgisi olmayan birileri bizim için enine boyuna
ölçerek hem de, bir oyun hazırlamışlar ve al demişler,yaşa,işte senin
hayatın.Sesleri ne kadar ılık ve inandırıcıdır oysa.Ne kadar güven verici.Ve
biz ayaklarımız suya değecek kadar kısa geçen bir zaman içinde,hayatımızın ihanetine
uğradığımızı fark ederek çığlıklar atmaya başlarız.Bu çığlıklarımızı pek de
ciddiye almayarak ,yaşıyor ve tahammül edebiliyorsan senindir biçimindeki
imalarını dostun ciddiye ne kadar alsak da,içimizdeki fotoğrafın
dışımızdakinden farklı olduğu gerçeği hiç bir zaman değişmez.
Önce anılarımız ihanet eder bize,teker teker bırakıp
giderler.Her ihanet bir terk ediştir çünkü.Üstelik ne kadar kendisi olarak
kalacağını vaad etse de ne dönen aynı kalır,ne bekleyen.Öyleyse her gidiş bir
ihanettir,her ihanet bir gidiş.
Baharla yorumlamaya kalkarız hayatı kimileri.Baharın
kendisi de bütün ihtişamına rağmen koskoca bir ihanete dönüşür.Beşir
Ayvazoğlu,her ne kadar çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden
güzelliklerinin garantisidir derse de,felsefi boyutta sağlam duran bu görüş,
saltanatını ilân eden duygu olunca,o kadar ikna edici değildir.Çok kısa bir
zamana sığdırılmış bir gül fırtınası,siz her ne kadar bir güle dönüşebilmeyi
mantıksızca ve çılgınca bekleseniz de geçer gider.Mehtabı ve yıldızı da terkisine
alarak.Kent git gide küçülür,yok olur.Geriye ne bahar kalır,ne gül,ne şiir.
Hafızamızın ihaneti de hiç zor değildir.En gerektiği anda
dilimizin ucuna geliveren bir iki mısraın sislendiği veya tümüyle silindiği
anlar ne acıdır.Veya her anını ve görüntüsünü hıfzetmeye,zihnimize kazımaya
çalışsak da çok sevgili bir beraberlikten geriye kopuk cümleler ve görüntülerle
salt bir duygu yumağından başka bir şey kalmaz.Üstelik o duygu yumağı da yeteri
kadar açık değildir ve bir gün,ve bir gün silikleşen bir hayali de beraberine
alarak sessiz sedasız çekip gider.
Hayret bile edemeyiz.
Yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti hiç gecikmez.Her gün
aynada gördüğümüz o çehrenin on yıl önceki biz olduğuna kimi
inandırabiliriz?Dahası on yıl sonraki biz de bu değilizdir.Hiç gecikmez
yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti. Cemil Meriç’i gözleri terkeder,Beethoven’i
kulakları. Son ihaneti kalbimiz yapar.Bir gün,hiç nedeni yokken bir gün usulca
duruverir.Oysa kul yapısı bir cihaz hâlâ ses vermektedir veya şairin dediği
gibi kolumuzdaki saat hâlâ işlemektedir .
Üstelik sevgilimiz de ihanet eder bize.Aniden,belki
sebepsiz ve ne kolayca başka ve tanınmayacak bir şeye dönüşür.Artık o gitmiştir
ve yok olmuştur.Padişahlar cariye çıkar , cariyeler halayık.Oysa biz ona
gelebilmek için ne çok şey terk etmişizdir.Bir başka deyişle ne çok ihanet
etmişizdir.
Sonra aşkın kendisi .Uğrunda karşılıklı ihanetlere
kalkıştığımız ve katlandığımız aşkın kendisi.Hiç zor değildir ihaneti.Hiç
bitmeyeceğini sandığımız,bizi var ettiğine inandığımız,Cemil Meriç’in
ifadesiyle gizlideki dörtte üçümüzü görünür kılan aşk hiç sebepsiz,hiç
ölmeyeceğini sandığımız bir yerde bizi arkamızdan bıçaklar ve usulca çekip
gider. Birden gözümüzdeki perde kalkar,bütün çirkinlikler ve çıplaklıklar
görünür,cennetten kovuluruz.Utanç kalır geriye,pişmanlık.Oysa aşk pişman
olmamak diye tanımlanır.Şarkılar ihanet eder,eskisi kadar güzel
değildirler.Şiirler yere yığılır birden,kanatları kopar gecenin.
Rüzgâr küçülür,yağmur fazlalık gelir bize.
Ve ışık söner.Geride kalan her şey sarıya boyanır .
Ama ihanetin bir rengi varsa mutlak gri olmalıdır.
Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir.Ve
nedense hep de böyle olur ve biz ,bize en son ihanet edeceğini sandığımız
kişinin ihanetine uğrarız ansızın.Artık bir parça Sezar olmuşuzdur.Bir
yıldızlar kalır geriye,onlar da gözyaşlarının sıcaklığını duyamayacağımız kadar
uzaktadırlar.Oturup hem kendimiz hem yıldızlar için ağlarız,göz yaşlarımız
tükenir.Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir çünkü.Hocam Kaya
Bilgegil’in kim bilir sigarasına hitaben söyleyebilmek için kaç dostunun
ihanetine uğraması gerektiği şu mısrada olduğu gibi:
Zehir de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin.
Fakat en korkuncu,en dayanılmazı kendi kendimize
ihanetimizdir.Kendi kendimizi hiç terk etmeyeceğimizi sanırken bir gün bakarız
ki tükenmiş,yok olmuşuz.Eski doğrular terk edilen doğrulardır.Yerine koyulacak
yeni doğrularımız varsa bir hainizdir,o da yoksa sadece bir hiç.Oysa yanı
başımızda hiç dönmeyenler,dönse de tükenmeyenler bahar goncaları gibi boy vermektedirler
ve kentin sokakları sabahın saat sıfır dörtlerinde yeni şarkılara ve şiirlere
gebedir.Uyku bizi kollarına çeker.
Uyku.
Sevgilim uyku.