21 Aralık 2012 Cuma

Dorian Gray’in Portresi / Oscar Wilde

‘’Ruhla ten, tenle ruh… Ne bilinmezlik dolu şeylerdi bunlar! Ruhun hayvan yanı da vardı, tenin de yüceldiği oluyordu. İstekler incelebiliyor, ruh da aşağılık bir hâl alabiliyordu. Tenin içgüdüsünün nerede sona ereceğini, ya da vücudun içgüdüsünün nerede başlayacağını kim bilebilirdi ki? Sıradan ruh bilimcilerin kesinkes tanımlamaları ne kadar yalın kattı! Öyleyken, gene de çeşitli görüşlerin ileri sürdükleri arasında karar vermek de ne zordu? Ruh günahının evine yerleşmiş, bir gölge miydi? Yoksa Giordano Bruno’nun düşündüğü gibi, ten gerçekten ruhun içinde miydi? Ruhun maddeden ayrılması anlaşılmaz bir şeydi, ruhun maddeyle birleşmesi de öyle.
Merak etmeye başladı: Acaba ruhbilimi hayatın en ufak kımıltısını bile bize aydınlatıverecek kesin bir bilim haline getirebilecek miydik? Şimdiki halde, biz kendimizi hep yanlış anlıyorduk, başkalarını da pek seyrek. Bir şeyi denemiş olmanın ahlak yönünden hiçbir değeri yoktu. İnsanların yaptıkları yanlışlara verdikleri addan başka bir şey değildi bu. Ahlakçılar, genel olarak, bunu bir çeşit uyarma gibi görmüşler, kişiliğin oluşmasında, kişiliğin oluşmasında ahlak yönünden bir etkisi olduğunu öne sürmüşler, ne yapmamızı öğreten, nelerden kaçınmamızı gösteren bir şeymiş gibi göklere çıkarmışlardı. Gelgelelim, denmede itici bir güç yoktu. Vicdan gibi bunun da bunun da çok az eylem gücü vardı. Gerçekten ispat edilebilen tek şey şuydu: Geleceğimiz de geçmişimiz gibi olacaktı; bir kere tiksine tiksine işlediğimiz günahı ondan sonra defalarca seve seve yapacaktık.
Artık açıkça görüyordu ki deneme yolu tutkuların bilimsel çözümlemesine ulaşmak için tutabileceğimiz tek yoldu; muhakkak ki Dorian Gray’de elinin altında bir inceleme konusuydu, pek de zengin, verimli sonuçlar vereceğe benziyordu. Onun şu Sibyl Vane’e karşı birdenbire kapıldığı delice aşk hiç de yabana atılır bir ruh olayı değildi. Belliydi ki merakın bunda büyük payı olmuştu; bir yandan merak, bir yandan da yeni yeni şeyler deneme isteği. Yalnız gene de basit bir tutku değildi; oldukça basit bir tutkuydu. Bunun içinde delikanlılığın doğrudan doğruya şehvet içgüdüsünden gelen şey hayalin işlemesiyle biçim değiştirmiş, öyle bir şeye dönüşmüştü ki oğlanın kendisine bile şehvetten uzak bir şey gibi görünüyordu, bundan dolayı da daha tehlikeliydi. Bizi en zorlu biçimde kendine köle eden tutkular kökenleri bakımından kendimizi aldattığımız tutkulardı. Bizim en zayıf dürtülerimiz niteliklerini bildiklerimizdi. Sık sık öyle olurdu ya: Başkaları üzerinde deneme yapıyoruz sanırken gerçekte kendimiz üzerinde deneme yapardık.’’

Hiç yorum yok: