25 Mayıs 2014 Pazar

Yarınki Yüzün / Javier Marías

‘’Ödlek ülkemizde insanlar çocukluklarından itibaren bu şekilde, aptalca ve cahil olmak üzere eğitiliyor. Bu doğal bir evrim ya da yozlaşma değil, tesadüfi değil, biliçli, kasıtlı ve kurumsal bir şey. Bilinçleri şekillendirmek ya da ortadan kaldırmak (söylemeye gerek yok, kişiliği ortadan kaldırmak) için başlı başına bir plan. Günümüzde kesinlikten nefret ediliyor; önce bir moda olarak başladı, kesinliklere karşı olmak rağbet görüyordu, kafası fazla çalışmayanlar onları dogma ve doktrinlerle aynı kefeye koydular, ne ahmaklık (üstelik aralarında entelektüeller de vardı); sanki hepsi eşanlamlıymış gibi. Ama tuttu, köklendi, hem de inanılmaz ölçüde. Artık kesin ve sağlam olandan, dolayısıyla zamanın içinde sabitlenip kalmış olandan nefret ediliyor; geçmişten nefret edilmesinin nedeni de kısmen bu, geçmişe ancak çağımızın kararsızlığı ya da günümüzün tanımsızlığı bulaştırıldığında tahammül edilebiliyor ve durmadan bu yönde çaba gösteriliyor.
Günümüzde bir şeyin var olmuş olduğunu bilmeye, şu ya da bu şekilde var olduğunun kesin olarak bilinmesine tahammül edilemiyor. Aslında artık bunu bilmeye değil, doğrudan var olmuş olmasına tahammül edilemiyor. Başka bir şey değil, sadece bu: var olmuş olması. Bizim müdahelemiz olmadan, biz tartıya vurmadan, nasıl desem, bizim sonsuz kararsızlığımızdan ve müşkülpesent rızamızdan bağımsız olarak. O pek sevilen tereddüdümüzün tarafsız tanıklığı olmadan. Ben dünyaya geldiğimden beri bu kadar kendini beğenmiş bir çağ olmadı Jacobo (sen daha Hitler’le alay et), daha önce de olduğunu hiç sanmıyorum. Unutma ki ben her gün yataktan kalktığımda Birinci Dünya Savaşı’nı ya da sizin hiç hoşlanmadığım, gülünç bulduğum deyişinizle ’14 Savaşı’nı hatırladığımı unutmak için hatırlı bir çaba göstermek, senin gibi daha genç arkadaşların yardımına başvurmak durumunda kalıyorum. Unutma ki benim ilk öğrendiğim ya da duya duya ezberlediğim kelimelerden biri “Gelibolu”ydu; o katliam olduğunda hayattaydım ben, inanılır gibi değil. Çağımız o kadar kendini beğenmiş ki, sanıyorum daha önce hiç görülmemiş bir fenomenle karşı karşıyayız; bugünün geçmişe duyduğu hınç; biz bu dünyada değilken, bizim ihtiyatlı görüşümüz, şüpheci rızamız, daha da beteri, çıkarımız olmadan gerçekleşme cüretini göstermiş olana duyulan hınç. İşin en olağanüstü yanı, bu hıncın, en azından görünürde, bizi dahil etmeden geçip gitmiş bir ihtişamı kıskanmayla, farkında olup da katkıda bulunamadığımız, tatmadığımız, kaçırdığımız, bizi küçümseyen, tanıklık etmediğimiz bir mükemmeliyete duyduğumuz bir nefrete ilgisi olmaması; çünkü çağımızın övüngenliği öyle boyutlara ulaşmıştır ki, geçmişin daha üstün olabileceği fikrini, hatta bu fikrin bir gölgesini, sisini, soluğunu bile kabul edemez. Bizim sınırlarımızın dışında olana, bize bir şey borçlu olmayana, tamamlanmış, dolayısıyla bizim için ele geçirilemez olana karşı duyulan hınçtır bu sadece. Geçmiş bizim denetimimizden, entrikalarımızın ve kararlarımızın dışında kalır; günümüzde ülkeleri yönetenler atalarının zulümleri için istedikleri kadar özür dilesinler, hatta zulüm görenlerin torunlarına onur kırıcı parasal tazminatlar sunarak durumu telafi etmeye çalışsınlar, söz konusu torunlar da bütün çıkarcılıkları ve arsızlıklarıyla paraları seve seve ceplerine indirsinler, hatta talep etsinler, beyhudedir. Bundan daha büyük bir aptallık, daha gülünç bir şey düşünülemez, her iki taraf açısından da: Veren yüzsüz, alan yüzsüz. Ve bu da bir kibir eylemidir; bir Papa kilisesine, bir kral tacına ya da bir başbakan ülkesine, bugün yaşayanlara atalarının suçlarını, o ataların yüz yıllar öncesinde suç olarak görmediği, kabul etmediği suçları atfetme hakkını kendinde nasıl buluyor? Bizi temsil edenler, yönetenler kendilerini ne sanıyorlar ki istediklerini yapma özgürlüğüne sahip olup yapan ve artık ölü olanlar adına özür diliyorlar? Onlar kim oluyor da ölülere karşı çıkıp onların yaptıklarını telafi ediyorlar? Sadece sembolik olsa maskaralıktan ileriye gitmezdi, gurur ve propaganda der geçerdik. Ama eğer gülünç bir şekilde geriye dönük “tazminat” varsa, üstelik de para tazminatıysa sembolizm söz konusu olamaz. Her insan tek bir insandır, kuşaklar sonrası torunlarında, hatta evlatlarında varlığını sürdürmez, kaldı ki bunlar da genellikle vefasızdır; bu sözleşmeler ve jestler tek ve gerçek hayatında gerçekten zarar görmüş olanların, ezilen, işkence görenlerin, köleleştirilenlerin ve katledilenlerin hiçbir işine yaramaz; onlar zamanın ve kuşkusuz bir o kadar uzun olan rezaletin karanlığına gömülmüşlerdir çoktan. Artık bizim için şimdi vekaleten özür dilemek ya da özrü kabul etmek, talep etmek ya da sunmak, onların kavrulmuş somut etleriyle, uçurulmuş kafalarıyla, parçalanmış kemikleriyle ve kesilmiş boğazlarıyla alay etmekten başka bir şey değildir. Yoksun bırakıldıkları, terk ettikleri somut, bilinmeyen adlarıyla alay etmektir. Geçmişle alay etmektir. Hayır, geçmişe tahammül edilemiyor; onu düzeltememeye tahammül edemiyoruz, yönlendirememiş, yönetememiş, ondan kaçınamamış olmaya tahammül edemiyoruz. Bu yüzden de mümkünse geçmişi çarpıtıyor, tahrif ediyor, bozuyoruz; değiştiriyor ya da ayin, tören, simge ve sonunda gösteri hâline getiriyoruz veya her şeye rağmen sanki müdahele ediyormuşuz izlenimi uyandırmak için deşip duruyoruz, onun değiştirilemez olduğunu görmezden geliyoruz. Eğer bütün bunlar mümkün değilse siliyoruz, iptal ediyoruz, sürüyoruz, dışlıyoruz ya da gömüyoruz. Bu yapılıyor Jacobo, ya biri ya diğeri sık sık yapılıyor, çünkü geçmiş kendini savunmuyor, savunamıyor. Böylece günümüzde kimse gördüğü şey hakkında, olan biten hakkında, aslında bildiği şey hakkında, dengesiz ve değişken şey hakkında bilgi sahibi olmak istemiyor. Hiç kimse herhangi bir şeyi kesinlikle bilmeye razı değil, çünkü kesinlikten vebadan kaçılır gibi kaçılıyor. İşte böyle, dünyanın gidişatı bu.’’


Hiç yorum yok: