4 Kasım 2012 Pazar

Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar

"Sevgili oğlum,
Bir zamanlar yaşadığım evin, geceyarısı eve dönerken taşıdığım o fenerin, duvardaki Acem halısının ve aslında gerçek bir kent olan Galata da gördüğüm her şeyin sadece ve sadece benim zihnimdeki düşünceler olduğu fikri kafa­m
a saplandığında muhakeme gücümün zayıfladığına hük­metmiştim. Ama şimdi görüyorum ki, asıl bunu düşündü­ğümde yanılmışım. Çünkü onlar gerçekten de benim düş-lerimdiler.
Bu fikrimi ilk kez Mihel çıkmazındaki kıraathanede Ali Said Çelebi ye açmıştım. Biliyorsun, bu iyi niyetli adam ba­na neredeyse olağanüstü bir saygı duyar ve ne söylesem he­men inanır. Ona, oturup sohbet ettiğimiz bu kıraathanenin kahvecisinin, müşterilerinin ve yaşadığımız dünyada geri kalan ne varsa hepsinin, sadece benim düşüncemde olduk­larını söylediğimde, parmağıyla kendisini işaret ederek, Ya ben? diye sormuştu. Malum cevabı alınca nedense bir hayli hüzünlenmiş, kafasında kimbilir neler kurmuştu. Ali Said Çelebi, böylece, benim zihnimde yaşadığına inanan tek kişi oldu. Bunun onu fazlasıyla sarstığını söyleyemem. Çünkü ertesi günü bana bir derdini açtı: Dediğine göre Sultan Ah­met Camii nin müezzinlerinden biri olmak istiyor, ama tah­sili tutmasına rağmen, koruyanı kollayanı olmadığı için bu göreve bir türlü gelemiyordu. işte bu yüzden kendisini, sözkonusu camiin müezzini olarak düşlememi rica etmek­teydi. Gerçi onun bu isteğini yerine getirmem elbette müm­kündü. Ama onun bu ricasını geri çevirdim. Fakat yakamı bırakmadı. Ertesi gün, koltuğunun altında bir kaz, elinde bir sepet yumurta ve bir top tereyağıyla kapımı çaldı. Ben de onun isteğini kısmen de olsa yerine getirmek zorunda kaldım. Ali Said Çelebi, müezzin olmasa bile, şimdi Sultan Ahmet Camii nde mutemet olarak görevini ifa ediyor. Ama yaptığım iyiliği unutmuş olmalı ki, beni uzun süreden beri arayıp sormadı.
Sana gelince sevgili oğlum, sen de benim kim olduğumu, yemeden içmeden günlerce nasıl yaşadığımı, hayatımızı idame ettirdiğimiz paranın nereden geldiğini bana sormaya bir türlü cesaret edemezdin. Paranın geldiği yeri, inanma­yacağını bile bile sana söylüyorum: Cebimde yüz akçe ol­ması için zihnimde yüz akçe düşlemem yetiyordu. Seni ar­tık şaşırtmak istemediğim için her şeyi söylemek istemiyo­rum. Ama gördüğün ve işittiğin ne varsa, hepsinin, şu za­vallı babanın zihnindeki düşlerden ibaret olduğuna inan! Yine de birkaç şey bunun dışında tabii. Büyük dayın Arap ihsan, o muhteşem külhani, boşluğu ve karanlığı okuyan benim gibi bir korkağın, adım bile atmaya çekindiği gerçek dünyanın haritalarını çizen biriydi. Yıllar önce öldü, ama kahkahası hâlâ çınlıyor ve düşü zihnimde hâlâ yaşıyor. Onu neden mi düşledim? Belki de senin, biricik oğlumun onu tanımasını istedim, o kadar.
Çünkü her baba oğluna bir şeyler öğretmek, ona doğru ve gerçek olanı göstermek ister. Oysa benim sana, düşle­rimden başka verebilecek bir şeyim yoktu. O yüzden sana, şimdi elinde tuttuğun garip kitabı verdim. Ama ne yazık ki Dünya yı gösteremedim. Sana aslında Kâtip Çelebi nin, Ci-hannüma adıyla tercüme edip bana bir nüshasını hediye et­tiği Atlas Minör gibi bir eser bırakmak isterdim. Oysa dün­yaya sırt çeviren benim gibi birinin zihninde Boşluktan baş­ka ne olabilir ki? Kendisinden düşler yarattığım Boşluğun atlasını, Adaş Vacui yi bu yüzden yazdım: Sen okuyasın diye değil, yaşayasın diye.
Zihnimde bir düş olan sevgili oğlum, işte böylece zavallı babanın yaşayamadıklarını yaşadın ve dokunamadıklarına dokundun. Bir babanın kendi oğlundan bekleyeceği şekilde kahraman değildin. Son derece silik ve mütevaziydin. Bu­nunla birlikte, arada bir senin kulağına, karakterinle bağ­daşmayacak sözler fısıldamadan edemedim. Çünkü düşler görmektense, boşluğun kendisine tapan insanlar karşısında küçük düşmeni istemedim. Sonunda, senin için düşlediğim macerayı yaşadın ve böylece senin için yazdığım atlası okumuş oldun. Artık benden öğreneceğin nihai şeyi öğrenmiş oluyorsun.
Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çöze­bilmiş değilim. Rendekâr düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla va­rım, ama kimim? Galata da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ika­met eden Uzun ihsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi izmir de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşü­nüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünü­yorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlü­yorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonu­cunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünü­yorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.
Senin için gerçek bir baba olmayı, saçlarını okşamayı, se­ni öpmeyi çok isterdim. Ama düşlere dokunmak mümkün olabilir mi? Sana bu yüzden hem çok yakın, hem de çok uzağım. Veda etmek benim için son derece zor. O yüzden, her ne kadar uzakta olsam da seni, o eski yakışıklı yüzünle, Aglaya yla birlikte hep düşlemek istiyorum.
Hoşçakal oğlum. Hoşçakal sevgili, biricik düşüm."

Hiç yorum yok: