…SON İÇİN GÜZELLEME…
Nokta salt matematikçiler için başlangıç değil. Romanlar
da asıl başlaması gereken yerde bitiyor.
Romanların sonları fırtınadan sonraki sükûta benziyor. Ki
onlar aynı zamanda fırtınadan önceki sükûtlar da.
Düşünsenize Aşk-ı Memnu’nun Beşir’ini. Bir yerlerde hâlâ
öksürüyor ve Nihal’ler mutlu olsun adına defalarca ölüyordur kuşkusuz. Gevher,
o silik harem ağası, ama Sergüzeşt’in en güzeli, Dilberleri özgürlüğe
kavuşturmak niyetine mavi beste Nil sularında, sonsuza değin can veriyordur hiç
tükenmeden.
Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i. Onca yenilginin ardından
Yemen’de ne yapardır dersiniz? Ya o dilenci, türküsünü hâlâ söylüyordur değil
mi? Bunun için değil mi ki zaten, harikulâde bir duyuşun sahibi Tanpınar, arkasına
düşerek ‘Ahmet Cemil’le Mülâkat’ ihtiyacını hisseder. Hisseder ya Tanpınar’ın
şaheserinde de aynı ’son’ bizi beklemektedir. Öldüğü, çıldırdığı ya da
kurtulduğu pek kestirilemeyen Mümtaz, yaşamındaki tüm ayrıntıları ışığında
görünür kılan Nuran deneyiminden sonra, nihayet kendisi olarak yaşamayı
becerebilecek midir?
Şımarık ama sevimli ve zavallı başı hayalin buğulu
semalarından gerçeğin sert ve katı zeminine defalarca çarpan, kendisini sonsuz
bir şefkatle kucaklamaya nedense her zaman hazır olduğum Bihruz bey. Araba
Sevdası’nın o son sahnesinde, Direklerarası XIX. asırlarda en son
karşılaştığımız Ramazan gecesinden sonra ne yana yürümüştür acaba?
Romanlar asıl başlaması gereken yerde bitiyor, bakın
göreceksiniz.
Anna’dan sonra Vronski’yi hiç düşündünüz mü? Seryoja’nın
abajuru dantelli gece lâmbası, duvarlara cinlerin dansını hâlâ düşürüyordur
değil mi, Petersburg bahçelerinde, göremediğimiz kar fırtınaları sürüp
giderken.
Aleksandre Dumas’nın sadece gemiyle uzağından geçerken
gördüğü o adanın kontu, Monte Cristo. Pek çoğumuzun gözlerini daha çocukluk
çağında çift sütuna incecik yazısıyla hırpalayan o dev romanın sonundaki macera
yorgunu; yanında güzel Haydée ile yol aldığı esrarengiz ülkelerde yeni bir
romanı yaşıyordur elbet, kuşkunuz olmasın. Eğer öyle olmasaydı, bu gün İf
şatosunda görevliler, Edmon Dantes namıdiğer Monte Cristo’nun hücresini büyük
bir zevkle ziyaretçilere gösterirler miydi hiç?
Romanlar sürüyor.
Werther’in intiharından sonra Lotte, İki Şehrin
Hikâyesi’nde, sevginin gerçek mahiyetini tayin edebildiği için, rakibi
Darney’in yerine giyotin gölgesinde ‘hiç duymadığı bir hazzı’ tadan Carton.
Carton’dan sonra, dayanılamayacak kadar ağır bir başka gölgenin, fedakârlığın
ağırlığı altında karı kocanın, Lucie ve Darney’in yaşamları. Bunlar da, bu
okumadığımız romanlar da en az okuduklarımız kadar yazılmaya değmez mi?
Ya Don Kişot. Cervantes’in kimbilir hangi toplumsal
ivmelerle ‘gerçeğe erdirerek’ kurtardığı, Cemil Meriç’e bakılırsa
‘kertenkelelere gülünç gelen kanatlı kahraman’. Yaşamının devamını ‘erdiği’
gerçekte nasıl geçirmiştir acaba?
Romanın sonunda bir düş gördüğüne bizzat yazarının işaret
ettiği Alis’i, ‘Harikalar Diyarından’ döndükten sonra düşünün bakalım.
Romanlara son koymanın “muhal farz” olduğunu
göreceksiniz.
Hele hele o en zavallı Robenson, gelmiş geçmiş asırların
belki de en çok okunan kahramanı. Ne oldu dersiniz yeniden uygar dünyaya
döndükten sonra? Eleştirmenin cevabı hazır: ‘Crusoe tekrar İngiltere’ye döner,
denize elveda der, hayatının sonuna kadar tatmin edici bir hayat sürer’.
Yapmayın Tanrı aşkına Abraham H. Lass. Kaç yılın zoraki ve sadık sevgilisi
denize elveda diyerek elde edilmiş ‘tatmin edici hayat’ dediğiniz o gurbetin,
ne muhteşem bir roman olabileceğini siz de mi düşünmediniz? Yani ki ne muhteşem
bir çatışma üzerine bina edildiğini.
Parça bitti, asıl film şimdi başlıyor. Haydi.
Robenson’un denizinde şimdi fırtına kopuyor.
Şaheserlere uzanmaya gerek yok. Geniş bir potansiyel
duyumu daima yakaladıklarına kuvvetle inandığım popüler romanlar, söz gelimi
Barbara Cartland romanları. Garip garip mutlu sonlarla biter bunlar. İnsan
muhayyilesi hayattan ve yaşayamadıklarından intikam almaya kabiliyetli olduğu
sürece bu garip garip mutlu sonlar kaçınılmazdır elbet. Ama inanılması güç bu
sonlardan ‘ya sonra’? Yani ya masal bittikten sonra?
Aslında romancıların bir kısmı da bu sonlara tahammül
edemedikleri için başlamıyorlar mı yazmaya? Garip mutlu sonlara ya da aynı
anlama gelebilecek garip mutsuz sonlara.
Araba Sevdası; Bihruz beyin okuduğu romantik romanların,
-Graziella, Ihlamurlar Altında, Manon Lescaut- devamını sorgulamaktan başka bir
şey midir? Emma’yı, Flaubert onca programsız/plansız (nasıl oluyorsa bu)
okumanın bir sonucu olmaya mahkûm dahası teşvik etmez mi? Seniha, Kiralık
Konak’ın kahramanı, okuduğu romanların bir sonucu olarak yürütülmez mi yaşam
içinde? Böyle sonun devamı, mahkûm edilmiş kahramanların hayatında, romancının,
cürmü isnad edebileceği romanlar daima mevcuttur.
Lâkin kendileri de bütün bu romancıların, bir yerde kendi
romanlarına son demiyorlar mı?
* * *
Bir öğrencimden bir gün ‘acaba kitaplardaki hayat,
diyorum, yaşadığımızdan daha mı güzel’ masum sorusunu içeren bir mektup
almıştım. Daha güzel, doğru, çünkü sonu var. Ama bu cevabı almak da vermek de
yürek istiyor.
Her romanı nokta koyulduğu yerden devama muktedir
olabilseydik, hayatla romanın, akademisyenin iddia ettiği kadar uzak olmadığını
görebilirdik kuşkusuz.
Ama romancı son koyuyor.
Akademisyen romanı hayattan hem de ısrarla ayırıyor.
Romancı ve akademisyen mazur. Roman olacaksa, bir yerde
bitmek zorunda.
Romanı hayattan ayıran en şedid vasat, her halde bir
sonunun olması.
Bu yüzden değil mi ki ömrümüzü kuşatan bütün romanların
bir sonu var.
Bir son koymak sevdasına hayatı romana feda ediyoruz
biteviye. Romanlar yaşamak sevdasına sonlar koyuyoruz hayatımızın
dönemeçlerine.
Dahası ömrümüz ancak bittiği anda harikulâde bir romana
dönüşüyor. Tek yazarı, tek okuyucusu olsa da.
Sonlar romanlara mahsus.
Ya romanları yaşamamayı öğreneceğiz. Ya sonlara razı
olacağız, göze almayı öğrenerek.
Uzun ve meşakkatli bir doktora çalışmasının hummaları
arasında, yani ki Halide Edip’le muaşakamın en hararetli yerinde; kendisiyle
bir başka boyutta karşılaşabilmeyi düşlemiştim bir gün. Tahayyülü bile ömre
servet olabilecek bu muhteşem düşün, Namık Kemal’den Halit Ziya’ya,
Dostoyevski’den Tolstoy’a genişlediği yerde, bir suçu itiraf eder gibi sözünü
ettiğimde; o muhayyel boyutta, değil romancıları, roman kahramanlarını dahi
görebilmeyi temenni eden güzeller güzeli bir hoca tanıdım.
Ya kendi kahramanlarımız?
O muhayyel beldede, kim bilir gemiler geçmeyen bir
ummanda, bir gün, fiktif öykü kahramanlarımızla karşı karşıya geldiğimizde
onların yüzüne bakabilecek yüzlerimiz olmayabilir.
Hep o sonların yüzünden, fiktif öykü kahramanlarımıza
ettiğimiz bunca eziyet. Hep o son uğruna değil mi onları bunca zorlamamız.
Kapatarak çığlıklarına kulaklarımızı, kanayan yüreklerine gözlerimizi,
kanlarının sıcaklığına tenlerimizi; sırtlarından şefkatle iterek, kulaklarının
tam dibinde usulca ve ne kadar sevecen ve ne kadar kandırıcı bir ses tonuyla
vaad ederek ülkeleri, ateşlere atıvermemiz.
Söylemiştim, bir öykü uğruna ne çok şey feda ediyoruz.
En çok da öykü kahramanlarımızı.
Hep o sonların yüzünden.
Çünkü ne öykünün hayata dönüşmesine tahammülümüz var ne
de öykü kahramanlarına dönüşebilecek kadar yürekliyiz.
Bütün öykü kahramanlarım.
Hepinizden özür diliyorum.
Hayatla öykünün arasında, o bıçak sırtı yerde.
O bıçak sırtı ürperişlerinize neden olan ben. Sizi bu
kadar olduğunuz ben’den başka bir ben olmaya zorladığım için. Giyemediğim bütün
giysilerin, gidemediğim bütün ülkelerin, olamadığım bütün ben’lerin acısını
sizden çıkardığım için.
Dahası oynayamadığım oyunların tümünü oynamaya sizi sıcak
ve kandırıcı sesimle iknaya çalıştığım, korkuncu, bunu her defasında
başarabildiğim için.
Bütün öykü kahramanlarım.
Hepinizden özür diliyorum.
Bir gün siz de bir öykü yazın, anlarsınız.
Öykü mazur, akademisyenler haklı.
Dünya Nimeti’nin son cümlesiyle ‘derken akşam olur’ hep.
En güzel son ölümdür oysa.
Ölüm en güzel son.
İçimize sindiremesek de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder