28 Nisan 2013 Pazar

Jurnal-Cilt 2/Cemil Meriç


13 Aralık 1966
TESELLİLERİN EN HAZİNİ

Önce mektupların, sonra da sesin beni tekrar hayata kavuşturdu, şimdi çelik gibiyim. Pazar günü yabancıların kuşattığı bir düşman kalesi gibiydim, sensizdim.
Sevgiliyi başkalarında aramak, tesellilerin en hazini. Tatsız tartışmalarla geçen bir gece. Sis, soğuk,uykusuzluk ve hepsinden zoru seninle başbaşa kalamamak. Kabus geçdi.
Canım benim. Mezardan fırlamam için sesini duymam kafi. Ölüm, yaşamak istememek. Hastalık, ruhun isyanı.
Paris sen yokken rüyalarımın şehriydi, şimdi Paris'im sensin, bütün ışıkları, bütün cazibesi, bütün büyüsüyle Paris. Yalnız Paris mi? Teninde çöllerin alevi, teninde çöl akşamlarının serinliği. Paris bir kartpostal kadar cansız, soluk, soğuk. Yalnız sen yaşıyorsun, yalnız sende yaşıyorum. Seninle, senin için yaşıyorum, seni yaşıyorum.
Senin yanında bütün kadınlar gazete kağıdından kırpılmış gibi düz, sığ, ruhsuz ve manasız...Sen aşkın ta kendisisin canım benim, kadının ta kendisisin. Bütün kuvvetin oradan geliyor. Tabiat kadar tabiisin. Ve bir busende bütünün var, bütünün yani rüyaları, özleyişleri, çırpınışları, hummaları, şefkatleriyle bütün kadınlık.
Her zerren yaşıyor. Sen bitmeyen tek kitap, eskimeyen tek şiir.

Genç Werther'in Acıları / Goethe

‘’Neler çektiğimi o da anlıyor. Bugün bana öyle bir baktı ki, bakışı kalbimin en derin yerine işledi. Onu odasında yalnız buldum. Bir şey söylemedim. O da yalnızca bana bakıyordu. Ondaki çekici güzelliği, yüzünde parlayan ruh yüceliğini görmüyordum artık. Bütün bunlar gözümün önünde silinmişti. Çok daha etkin bir bakışla beni büyülemişti. Bu bakış, candan bir acıma, tatlı bir ürperme doluydu. Niçin ayaklarına kapanmıyordum? Niçin boynuna atılıp bu bakışa binlerce öpücükle cevap vermiyordum? Çareyi piyanoya kaçmakta buldu. Hem çaldı, hem de hafif ve tatlı sesiyle güzel güzel söyledi. Dudakları bana hiç böyle güzel görünmemişti. Sanki bu dudaklar, piyanodan çıkan tatlı sesleri emmek için iştahla aralanmıştı. Yalnız bu seslerin gizli yankısı o güzel ağızdan duyuluyor gibiydi. Ah, ne olur, sana bunları duyduğum gibi anlatabilseydim! Daha fazla dayanamadım. Başımı önüme eğdim ve yemin ettim: Ey, üstünde meleklerin uçuştuğu dudaklar, size bir öpücük kondurmaya hiçbir zaman cüret etmeyeceğim. Ama, bunu istiyorum da... Fakat görüyor musun? Onu lekelemek kaygısı bir duvar gibi karşıma dikiliyor. Sonra bunun günahını çekmek de var. Günah mı?’’

Sezai Karakoç

Başınızı nereye çevirirseniz çevirin 
Ki göreceksiniz kesin kesin 
Odur var olan var eden 
Biçim veren değiştiren 
Dağıtan toplayan 
Hiç olmamışa çeviren
Bir çırpıda gelip geçmişe döndüren zamanı
Bir örtü gibi birden açan dünyayı
Sonra birden toplayan ortalığı

23 Nisan 2013 Salı

Umrandan Uygarlığa/Cemil Meriç

"Kelime kavgası sona ermiş değildir, ereceğe de benzemez. Biz kendi hesabımıza kültürü de medeniyeti de aynı mânâda kullanacağız, okuyan ne kastettiğimizi metinden anlasın. Hegel'den beri bütün büyük yazarlar böyle yapmış. Kelime mühim değil, mühim olan ifade ettiği..."

Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar

Etrafımızdakilerden… Onlar da aynı kelimelerle konuşuyorlar. Görüyor musun? Hepsi de çıkmaz sokak, sönmüş lamba gibi insanlar. Ah, bizimle konuşacak bir adam olsa, doğru dürüst bir adam. Bize bir cevap verse, anlatsa bunları… Niçin her şeyle ben böyle pençe pençeyim? Hiç kimseyi beğenmeden yaşanır mı hiç ?..

Suç Ve Ceza / Dostoyevski


- Kapıyı kilitlemiyor musun? -diye sordu. 
- Hiçbir zaman kilitlemedim ki! Sözde iki yıldır kilit alacağım... -Gülümseyerek Sonya'ya baktı. -Kilitleyecek hiçbir şeyi olmayan insanlar mutludurlar herhalde, öyle değil mi?

Genç Şaire Mektuplar / Rainer Maria Rilke

"Kendi kendinize sorun: Büyük olmayan yalnızlık, yalnızlık mıdır? Ancak bir tek yalnızlık vardır, o da büyüktür ve katlanılması güçtür. Öyle bir an gelir ki, insan yalnızlığını kolayca elde edilen herhangi bir beraberlikle değişmek ister. Hiç uymadığı halde uyar gibi görünüp yanındaki herhangi biriyle, hatta en düzeysiz biriyle bile birlikte olmayı düşünür. Ama yalnızlığın büyüdüğü anlar, belki bu anlardır. Onların büyümesi, erkek çocukların büyümesi gibi acılar içinde olur; ilkyazın başlangıcı gibi de üzücüdür. Yalnız bu sizi şaşırtmamalı. İçe dönmek ve kendinle baş başa kalmak... İnsan buna alışabilmeli."

21 Nisan 2013 Pazar

Bu Ülke/Cemil Meriç

Din, aşk, şiir… 
Boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. 
En yüce, en güzel, en ölümsüz taraflarını benliğinden koparıp bir mücerrede armağan eden insan, neden fakirleşsin ? Boş kubbeleri sonsuzluğumuzla doldurmak, sonsuzlaştırmaktır. Tanrı beşerin en büyük keşfi. Mağarasında meçhul kuvvetlere yalvaran uzak ceddimiz, feza çağının zındığından daha mı az bahtiyardı ? Hangi ilmî hakikat bir kabile dininin nass ' larından daha sıcak, daha doyurucu ?İnanmayanların, inananlara sataşmaları kıskançlıklarından. Mü'minlerin saadetini gölgeyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı.

Ahmet Hamdi TANPINAR

Karışan Saatler İçinde

Karışan saatler içinde hâtırana 
Bazı sabahlarla ikindiler yan yana, 
Değişik gülleri sanki tek bir baharın; 
Bâkir hülyasıyla beyaz ve ürkek yarın,
O sükût bahçesi, ufkunda kuş yerine
Hasret kanat çırpar düşünen ellerine...

Hep aynı nağmede çılgın dolaşan yaylar,
Bir yıldız kervanı gibi haftalar, aylar
Hep aynı hayalin peşinde bu yolculuk,
Hep gül yangını ve bahar sıtması ufuk...

Tenha bir ucunda gecenin bir sır gibi
Fısıldanan adın kardeş, dost ve sevgili,
Durgun havuzların süsü ten rengi çiçek
Bir mevsim cümbüşü içinde süzülerek
Ömrün gecesinde ve kader rüzgârında
Bir ürperme olur çıplak omuzlarında...

Sezai Karakoç

“Yaratılmış olan her varlık, yaratılışının gereği çalışacaktır. Ama, çalışmasının sonucu Allah’a aittir. Başarıya götürmek de O’nun, götürmemek de… İnsan uzun bir süre başarıya yürürken ansızın zafere ulaşacağından yüzde yüz bir güvene geçip de gurura kapıldı mı, Allah, o gelişmeye öyle bir kıvrım katar ki mağrur insan, gurur körlüğüyle önünü göremez olur ve o kıvrımın eğiliminde kaya kaya uçuruma düşer. Bir de bunun tersi de vardır; İnsan bütün bir iyi niyetle çalışır da belli başlı bir sonuç göremez, buna rağmen Allah’a olan inanç ve güveni sarsılmazsa, Allah, o gelişmeye de öyle bir kıvrım katar ki insan o kıvrımda yüksele yüksele zafere de varır.”

Mukaddime / İbn Haldun

‘’İyi ve güzel bir hükümdarlık rıfka (yumuşak huyluluk) ve yumuşak muameleye dayanır. Zira hükümdar sert bir şekilde ceza tatbik eden, halkın mahremiyetlerini araştıran, kusur ve kabahatlerini sayıp döken, kahir (zorlayan) bir kişi olursa, korku ve zillet bütün tebaayı şümulüne alacağından (kapsayacağından) ona karşı çareyi yalana, dolana, hileye ve hurdaya sığınmakta ararlar, bu gibi şeyleri huy ve karakter haline getirirler. Bu suretle basiretleri ve ahlakları bozulmuş olur.’’

19 Nisan 2013 Cuma

Huzur/Ahmet Hamdi Tanpınar

“Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bit Listz, bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştahları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkardan ibaretti. [...] Onlar bir kilo buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı. Hiç bir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmış mahmur günlerinden yığın yığın baharlar açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin behemehal ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İçlerinde en fazla şahsî olan, bize bir yığın ilahî hastalık aşılayan Dede Efendi’den bile Abdülhak Molla’nın küçük kardeşi jurnalinde ne kadar basit bir şekilde, yapılan işin sanki mânasını anlamadan, âdeta bedbahtça bir cehalet içinde bahsederdi.”

Nâzım HİKMET

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırt üstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan birşeyler oymalıyım yine:
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinde,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Bu Ülke / Cemil Meriç

Ruskin kitapları ikiye ayırır: Geçici olanlar, kalıcı olanlar. Geçiciler faydalı veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar. Bunlar kitaptan çok bir nevi mektup, bir nevi gazete. Kalıcı kitap, sohbet değil, yazıdır. Birkaç sayfaya sığdırılmak istenen bütün bir hayat. Ebediyete yollanan mesaj. Kimsenin söylemediği ve söyleyemeyeceği gerçek. Yazar, o birkaç sayfayı kaleme almak İçin gelmiştir dünyaya. Mümkün olsa taşa kazır fikirlerini.

Kütüphane, bütün çağların, bütün ülkelerin Ölümsüzleri ile dolu. Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı, liyakat. Mabede bayağılar giremez. Diriler naziktir, ölümsüzler titiz. Gerçekten severseniz konuşurlar sizinle. Bir kitabı okurken "ne güzel kitap" deriz, "yazar da tıpkı benim gibi düşünmüş". Yanlış, şöyle dememiz gerekirdi: "bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru." Yahut, "belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım." Önce teslimiyet, anlamak cehdi. Sonra hüküm. Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini, bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini bütünü ile söyleyemez yazar, söylemek de istemez. Gizler, istiarelere başvurur.

Güzel sabahları kucaklayan sis gibi güzel eserleri saran bu sis de tabiî. Düşünceye cazip ve parlak bir biçim vermek küçültür düşünceyi. Büyük yazar içinden gelen sesi olduğu gibi haykırandır. Kelimeleri kullanırken avamın hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmez. Derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır. Kendi içine, kendi kalbine inmektir. Nesneleri bulutlar arkasından görürüz. Düşünmek bu sisleri yırtarak aydınlığa varmaktır.

18 Nisan 2013 Perşembe

Turgut UYAR

SENFONİ

Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

İçim güvercinleri okþamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.

Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum…

Yaşadığım Gibi/Ahmet Hamdi Tanpınar

"Seyredenlerin alnını bir Okyanus rüzgârının serinliğiyle dolduran bu tunç zafer rüyasını, Barbaros’un içinden yetiştiği ırkın öz çocukları vermiştir. Yarının bu alaca sabahta, titreye titreye çantası koltuğunda ilk mektebe giden Beşiktaşlı çocukları arasında, birisi, gelip geçerken seyrettiği bu heykele bakarak sanat aşkının kendisini ısırdığını hisseder ve kendisini heykele veya resme verirse, sanatkâr kaderini alevden bir gömlek gibi sırtına giyerse, Türk tarihinin seyrine bir zincir daha ilâve edilecek, bir gelenek daha kurulacak, bir tohum daha yeşermiş olacaktır. Onun içindir ki bu âbide ve yurdun her tarafında az çok görülen, fakat yapanlarının adları gereği gibi tekrarlanmayan kardeşleri, bugünün üzerinde en ehemmiyetle durulacak millî hâdiselerinden biridir.
Unutmayalım ki sanat sevgi ve alâka ile gelişir."

Charles Baudelaire

HÜZÜN ve SERSERİ

Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra,
Büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan,
Bambaşka denizlere, bambaşka semalara,
Şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra?

Deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!
Acaba hangi şeytan veya hangi mucize
Her ulvi çalkanışta muazzam bir rüzgârın
Arzuyla uğuldayan denizi verdi bize?
Deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!

Hey trenler, vapurlar beni burdan götürün!
Ne var gözyaşlarından çamurlar yoğuracak?
Ara sıra der mi ki Agathe’nin ruhu, üzgün,
“Nedametten, azaptan ve ıstıraptan uzak,
Hey trenler, vapurlar beni burdan götürün!

Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet,
Ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,
Ey her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet,
Ey bir ömür boyunca gönül verilen şeyler!
Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!

Ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların,
O koşuşlar, demetler, o şarkılar, buseler,
İnildeyen kemanlar üzerinde dağların
Akşam, korkuluklarda şarap dolu kâseler!
Ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların.

O bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde
Çok daha uzakta mı yoksa Çin’den, Maçin’den?
Beyhude bir arzumu inildeyen dillerde,
Canlanan bir hayal mi billur sesler içinden,
O bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde?

Madam Bovary / Gustav Flaubert

“Bitmişti artık -böyle düşünüyordu Emma- kendisini yiyip bitiren bütün ihanetler, alçaklıklar, sayısız hırslar bitmişti. Kimseden nefret etmiyordu şimdi; bir alacakaranlık bulanıklığı düşüyordu düşüncesinin üzerine, Emma dünyanın bütün gürültülerinden artık yalnız bu zavallı yüreğin aralıklı çığlığını duyuyordu, hafif, belirsiz; uzaklaşan bir senfoninin son yankısı gibi.”

7 Nisan 2013 Pazar

Cahit Koytak

"insan yaşlanıp da
sözcükler teker teker
bellekten silindikçe
varoluş da giderek zihinde
dikişsiz eklemsiz
yekpare bir senfoniye dönüşür mü?"

Ahmet Hamdi Tanpınar-Hikâyeler/Emirgân’da Bir Akşam Saati

“Hislerimiz, fikirlerimiz, geçmiş hayatımız, gündelik teessürler, intibalar hepsi böyle değil mi? Hepsi kapandıkları yerde bir nevi karanlık dolapta birbirine sarmaş dolaş, bende müstakil ve hatta en küçük bir kontrole bile uğramadan yaşamıyorlar mı?

ERDEM BAYAZIT

DİRİLİŞ

Ey bir emre hazırlanan simsiyah gecede
Karanlığı emip emip de gebe kalan 
Ey her depremden sonra biraz daha doğrulan
Herkesin
Veba girmiş bir şehrin hem halkı
Hem seyircisi olduğu bir günde
Ey düştüğü yerden kalkmaya hazırlanan ülke.

Her damlası bir zafer müjdecisi
Bir posta eri gibi
Yağmur yüzümüze değince
Çıkacağız yola.

Çıkacağız yola
Hesap günü gelince
Yağmur yüzümüze değince
Güneş bir mızrak boyu yükselince.

Karamazov Kardeşler / Fyodor Dostoyevski

"İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur."

4 Nisan 2013 Perşembe

Beş Şehir/Ahmet Hamdi Tanpınar

"Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerinyapıcılarına, ruhlarındaki ilâhî nispet sezişiyle duayı zekânın bir tebessümü hâline getiren,duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, çoğunun adını unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren gömlek değiştirme telâşı içinde eserlerine bir kere olsun dönüp bakmadığımız, hattâ sabırla,îmanla, karış karış işledikleri şehrin hangi köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında yattıklarını bilmediğimiz o derviş feragatli ustalara gider.Onlar İstanbul'u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi işlediler. Niçin övünmeyelim?"

Yitik Cennet / Sezai Karakoç

Yırtılan kentlerin içinden hakikat semenderi olarak çıkmak:İşte İbrahim olmaklık bu.

Nemrut nefs demek,İbrahim de ruh,sembol diliyle veya sembollerin diliyle konuşursak.Ruh,nefsin ateşten arzularında yanmaz ve o narin kelebek kanatlarını andıran cevherini nefs ateşinden koruyabilirse insan kurtuldu demektir.

Desem Öldürürler,Demesem Öldüm / İsmet Özel

ÖNSÖZÜMÜZ “ÖNCE VATAN”

Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bile isteye geçirilmiştir. Vatanseverliğin dünden kalma dünyası artık küçük görülen, bayat bir dünyadır. Madem dünya değişmiştir, hem vatanın geçmiştir madem hem de vatanların modası; daha onunla ne uğraşıp duruyoruz? Durun bakalım… Biz sadece vatanla uğraşmakla kalmıyoruz, vatanı hayatımızın, yani hayatın merkezine alıyoruz. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok, diyebilirsiniz. Sizin neyi nereye aldığınız kimin umurunda diyebilirsiniz. Sahi, bu şeyleri bu kadar büyütmek niye? Nedendir zihnimizi vatan kelimesi ve mefhumu hususunda pekiştirme yolunu doğru yol seçişimiz? Önce vatan denilmesini, herşeye rağmen vatan şiarını sırât-ı müstakıym kabul edişimiz?
Şundandır: Hıristiyan takvimine göre 1945 senesinden itibaren insan olmanın (Amerikalı olmamanın) hakkını vermek nerede bir şekilde mümkün oldu ise, bu ancak “herşeye rağmen vatan” kabulünün gölgesinde mümkün olabildi. Hatırda tutalım ve/veya hatıra getirelim ki, her insana vatan olan yer, o insanın ulviliği ile o insanın süfliliğini buluşturan yerdir. Bazıları der ki, insanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir. Hangisi olursa olsun, doğmaktan ve doymaktan çıkarılan mânâ neticeyi hâsıl edecektir. Doğmayı veya doymayı sadece ulviliğe veya sadece süfliliğe hasrederseniz vatanlaştırma işleminin uzağında duracaksınız demektir. Eğer bir yer, bir alan, bir toprak parçası veya deniz bir insanın var olma hakkına itiraz edilemeyen bir yer olarak tanınabiliyorsa vatanlaştırılmış olur. Hiçbir çağda bir yere mensup olmakla bir şahsiyet inşa etmek arasında koparılamaz bir bağ olduğu inkâr edilememiştir. Şahsiyetimizin ferdiyetimiz üzerine inşa edildiği de bariz bir hakikattir.
Her ferdin hak ile bâtıl, hayır ile şer, günah ile sevap arasındaki farkı bizzat bilişi, bu farka bizzat erişi, onun bir fert sayılışının, addedilişinin gereğidir. İnsan olarak hesaba katılmanın ilk şartı bu. Modaya kapılmamak bir ruh bozukluğu değilse, modaya aldırmayıp modayı reddetmek devlet ve toplum laboratuarlarında üretilmiş uyku ilâcını yutmamak anlamına gelir. Hayatından modayı ve modacıları atıp çıkaracak dirayeti gösteremeyen kimselerden insanlık adına herhangi bir şey bekleyemeyiz. Demek ki, Türk ilinde dağlara, tepelerin bayırlarına teberrüken beyazlatılmış taşlarla nakşedilen ibareyi önsöz olarak seçmekteki ısrarımızın mânâsını kavramak bir gerekliliktir. Gereğini yerine getirirseniz, bilin ki, kavrayışın devamında kavga var. Biz bugün işlerinin tamamını gizli kimlikleriyle yürüten modacı kalpazanlara “vatan” diyerek başçavuşun katırı görüntüsü versek bile ısrarımızın mânâsına bigâne kalan herkesle son gülenin iyi güleceği bir kavgamız var.
“Önce Vatan” diyoruz ve bunun imânımızdan bir cüz olduğunu ifhâm ediyoruz. İmân nedir? İmânın cüz’ü değil de, tamamı denilince ne anlaşılmalıdır? El-cevab: İmânın külliyen tamamı Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in kendisinin ölümünden sonra yeryüzünde Müslümanlığı devam ettirmek için mes’ûliyyet yüklenecek bizlere Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet-i Seniyye’yi bırakmışlığıdır. İmanın hepsi budur. İmâna efrâdını câmi‘, ağyarını mâni‘ bir tarif gerektiğinde elde Kur’ân ve Sünnet’ten gayri bir şey kalmadığı fark edilecektir. Münafık değil de mü’min olmayı ciddiyetle yaşamakta isek bunun siyasi bir rengi aksettirdiğini anlamamız şarttır.
Mü’min kimdir? Resul-ü Ekrem (s.a.v)’in irtihali akabinde onun bıraktığı mirası devralmış olanlara, devralmaktan memnun kalmış olanlara mü’min denilmişdr. Resul-ü Ekrem (s.a.v)’in irtihali akabinde sayıları hesap dışı tutulamayacak miktarda kimse irtidat etti. İşte böyle bir atmosferde mü’min kalmanın zaruretini ve vazgeçilmezliğini bize öğreten büyüğümüz Ebubekir (r.a.) oldu. Allah (c.c.)’ın inayetiyle bu çizgi silinmeden günümüze kadar geldi. Çünkü yine Allah (c.c.)’ın inayetiyle bir “emîr-ül-mü’minin” makamı ihdas ederek İslâm nizâmı fikrinin ruhumuzda yer etmesini Ömer (r.a.) sağladı. Küllî miras, külli imân…
Tarihten getirdiğimiz haklılık uyarınca Müslüman hayatının idamesine yarayacak çekirdeğin, tohumun ziyan edilmesine razı olunamaz. Allah (c.c.)’ın mahkûm ettiğini, kul olarak bizlerin beraat ettirmeye hakkı yoktur. İnansın da, neye inanırsa inansın diyen bizden değildir. İlmi imândan ayırarak bir ukalâlık kıyafetine büründüren fesat ehli bizden değildir. Allah (c.c.) indindeki dini imândan koparılmış bozuk birçok şekille nümayan kılan bizden değildir. O halde, biz kimiz? Biz Allah (c.c.)’ın öğrettiğini esas alanlarız. Biz esas diye Allah (c.c.)’ın meleklere secdeyi emrettiği Âdem aleyhisselâma öğrettiğine diyoruz. Sadakati esas alıyoruz. Sadakatin mücerret bir mefhum olmadığını biliyoruz. Sadakat müşahhastır. Sadıklar olmadan sadakat olmaz. Mü’min varsa sadakat vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu hakikatine şüphe düşürme gayreti gösterenlerle gözümüzü kırpmadan öldüresiye kavgayı göze aldık. Dikkatli ve titiz olmalıyız. Çünkü insanın macerası tuhaflıktan kasıtlı olarak arındırılmamıştır. Tuhaflıklardan biri şöyle: Kavgamız var ve fakat bu kavgayı can pazarı haline getirecek bir er meydanı yok. Bu yüzden, erlik göstermenin gösterişsiz yolunu keşfetmemiz zarureti var.
Bugün bizler emanete hıyanet etmeyenler olarak seyircilikten öte işlevi olmayanların gözüne tam tekmil görünmüyorsak, siperlerimizde beklediğimizdendir. Herhangi bir yerde değil, siperlerimizdeyiz. Emanete hıyanet eden herkesle kavgamız var. Aylaklık etmiyoruz. Şimdilik siperlerimizden düşmana sadece ateş edebiliyoruz. Emanete hıyanet eden hasımlarımız başarıyı çeşitlilikte arıyor. Hainler Türkiye topraklarının Türk toprakları olduğu inancını yok edebilirlerse çeşitlerden herbiri kendi zaferini kutlamakta gecikmeyecek. Hıyaneti çeşitlendirenlerle de kavgamız var. İyi ki, kavgamız var. Kavgaya gitmeseydik nereye darbe indireceğimizi anlayamazdık. İki yöneliş anlayışımızı zenginleştiriyor: Birincisi Vahyin bize ne mânâ ifade ettiği hususunu bulandıranları defetme yönelişimizdir. İkincisi ise Türk topraklarının ümmet hayatının teminatı olduğuna dikkat çekmeye yönelişimizdir. İki noktadan bir doğru geçiyor: Kur’ân ve Türkiye. İki noktadan geçen doğru biz Müslümanlara, ümmeti Muhammed’e bir mihver bahşediyor. Birinci nokta nüzul hadisesidir. Allah (c.c.)’ın rahmetinin Allah (c.c.)’ın gazabı fevkine ulaşışını Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olmasından anlıyoruz. Elimizde kendisinden elde edeceğimiz faydanın haşre kadar eksilmeyeceği bir hidayet rehberi bulunuyor.
Kavga iki cephede cereyan ediyor. Öncelikle küfrün şartlandırmalarına boyun eğişten neş’et eden cehaletle savaşıyoruz. Onun yanı sıra, çetinlikte ondan geri kalmayan bir savaş içine dahi dalıyoruz: Topraklarımıza yani canımıza, cananımıza, bütün varımıza göz dikenlerin beynelmilel uzlaşı yedeğindeki azınlık hâkimiyetiyle savaş. Müslim, mü’min, muhsin olamadığımız takdirde bu girdiğimiz harbin mağlûp ilân edilmemizle biteceğini de biliyoruz. Allah (c.c.)’tan nasibimize İslâm, İmân, İhsân düşmesini dilemekteyiz. İslâmdan, İmândan, İhsândan nasibimiz var ise, daha artırmasını yalnızca Allah (c.c.)’tan dileriz. Allah (c.c.)’tan gayr-i müslim cephenin Müslümanmış gibi algılanan cenahından bizi alenen ayırmasını dileriz.
Bu kitabın adı olsun diye müracaat ettiğim serlevhâ her ne kadar “Desem Öldürürler, Demesem Öldüm” ibaresi ise de, bu kitap dolayısıyla bir nihai hakikat perdesinden bahsetmemiz mümkün değil. Ne ben burada söylediklerim sebebiyle hayatımı tehlikeye atmış oluyor, ne de hayatta kalışımı burada dile getirdiklerime borçlanıyorum. Altmış sekiz yıla baliğ ömrüm içinde biz Türklere ne yalanlar söylendiği, bize ne dolmalar yutturulduğu hususunda çok şey öğrendim. Yine öğrendim ki, Türkiye’ye kötülük yapanlar Türkiye’ye ne kötülükler yapıldığı konusunda benden daha çok bilgiye ulaşmış durumdadır. Bu yüzden ben konuştukça onlar bıyık altından gülüyor. Mel’unlar melanetin nerelere uzandığını benden iyi biliyor.
Burada söylediklerim, öncelikle söylemem gerekenlerin binde biri bile değil. Öncelikle söylemem gerekenler rotasını tutturmuş Türkiye üzerinedir. Dünyayla uyumlu hale gelmiş bir Türkiye bu uyumu dünya sistemiyle intibak ederek sağlayabilir. Uyarlanma, kendini akıntıya bırakma, rota tespiti ihtiyacını hissetmeme demektir. Halbuki acilen rotasızlığı izale etmek gerekiyor. Türklüğe de, Müslümanlığa da topraklarımız dışında vukûfiyet kesbetmenin mümkün olduğu fikrine sahip olanlar Türkiye’yi rotasızlığa duçar etti. Giderek Türkiye ve Türk varlığının damgalamadığı şeylerle ikbale kavuşmuş olanların istilâ ettiği Türkiye’de yaşamak mecburiyeti bizi sıkboğaz etti. Benim ömrüm Türkiye’nin denâetten kurtulmak için bir çıkış yolu arayışının dalgalanmalarıyla geçti. Bugün dalgalar duruldu. Sosyalizmin ve İslâmiyet’in Türk yükselişini kolaylaştıracağını görenler işbirliği yaptıkları, birbirlerine yardakçılık ettiği için Türkiye dünya sistemiyle özdeşleşti. Türkiye’yi aynileşmeye ulaştıran taşıtının kaportasını Mustafa Kemal, motorunu Turgut Özal değiştirdi.
Ben bana verilen olanca gücü Türkiye’nin kendi rotasını bulma ihtimali uğrunda sarfettim. Bir çeşit fırsatçılıktı benimkisi. İçimdeki niyetle kısmet ittifakına halel getirmemek için her zaman hain olma konumunun uzağındaki kestirmeye saptım. Orada karşıma çıkan rotasını bulmuş Türkiye inşaatında gönüllü çalıştım. İnşaatın akıbetini bilen yok. Gönüllü bir ben mi idim? Bunu da bilmiyorum. Yalnız kalmak istemiyorum. Elinizdeki kitap nasıl olmasını istediğimin uzantısıdır. Uzantının bir semere vermesini bekliyor, inşaatın bekçiliğini yapıyorum. Ne zorum var?
Küçük Asya’nın ilki M.S. XIII. asırda Anatolia’nın “Dârü’l-İslâm” olduğunun kabulü, ikincisin ise İstiklâl Harbi sonunda dünyaya bir askeri güç ve bir siyasî organizasyon olarak İslâm’ın hâlâ hayatta olduğunun gösterilmesi suretiyle iki kez Türk vatanı olduğunu ve bu toprakların bir üçüncü kez vatanlaşma imkânı bulamayacağını söyleye söyleye dilimde tüy bitti. Bu topraklar bir itikadî zenginlik olarak İslâm’ı yeniden tanımadığı takdirde Haçlı Seferleri öncesinin şartları Küçük Asya’ya avdet edecektir. Burada zihnimizi aydınlatmamız gereken bir alan açılıyor. Kuvveden fiile geçmesi lehimize olan işlerin sırası nasıldır? Müslümanlığın farkına varışı esas almamız halinde sıralamayı İslâm, İmân, İhsan şeklinde yapmak mecburiyetindeyiz. Eğer derdimiz Müslüman üstünlüğünü izhar eden bir dünyada yaşamak ise bu doğru sıralamayı, yerinde ve gerekli sıralamayı kabul mecburiyetindeyiz. Bu sonuç alınabilir bir sıralama mı? Eğer amel imândan bir cüz değilse sıralamada Müslüman hayata sahip çıkma önceliğini imâna vermemiz gerekmiyor mu?
Önce vatan demek fert olarak her mü’minin şahsiyetini inşa için önüne çıkarılmış bütün engelleri kaldırabilecek bir saha kazanması demektir, önce vatan demekle ufkunda İslâmî bir toplum yapısı olmayan her hainin gevezeliğine son vermiş oluruz.

Yavuz Bülent Bakiler

ah bilsen bir bilsen duyduklarımı
sanki bir dağ ağırlığı kalkacak üzerimden
ve nehirler boşalacak bir anda içerimden
sakın bilme...

anlatsan duyarım bütün güzellikleri
erir dağlarımın başındaki kar
sussan içerimde kıyamet kopar
sakın konuşma...

ha küreğe mahkum olmak prangaya vurulmak
ha görmemek gözlerini, ikisi de bir
bütün kördüğümleri çözecek gözlerindir
sakın bakma...

bir haberin gelse iki satırlık
yüreğim birdenbire kanatlanır yücelir
bir martı gibi çıkar kapına gelir
sakın yazma...

çıkıp gittiğinden beri, sessiz sedasız
başıboş kalan esir, zindanda yatan hürüm
dönmezsen çaresiz kalır ölürüm
sakın gelme...

işte dağlar, taşlar şahidim olsun
yüzüme bakma, konuşma, yazma istemiyorum
dipsiz karanlıklara bağırıp duruyorum
sakın işitme...

1 Nisan 2013 Pazartesi

Yahya Kemal BEYATLI

DENİZ TÜRKÜSÜ

Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli!
Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli.
Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça
Ve hayâlinde doğan âleme yaklaştıkça,
Dalga kıvrımları ardında büyür tenhâlık
Başka bir çerçevedir, git gide dünyâ artık.
Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziyâ;
Mâvidir her taraf, üstün gece, altın deryâ...

Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala
O saatler ki geçer başbaşa yıldızlarla.
Lâkin az sonra lezîz uyku bir encâma varır;
Hilkatin gördüğü rü'yâ biter, etrâf ağarır.
Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri
Tâ uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri...
Mûsıkîsiyle bir âlem kesilir çalkantı;
Ve nihâyet görünür gök ve deniz saltanatı.

Girdiğin aynada, geçmiş gibi dîğer küreye,
Sorma bir sâniye, şüpheyle, sakın: "Yol nereye?"
Ayılıp neş'eni yükseltici sarhoşluktan,
Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan
Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu,
Rûh erer varlığının zevkine duymakla bunu.

Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,
Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!...

İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.

Yalnızlıklar/Hasan Ali TOPTAŞ

‘’-ki, hepsi düştükleri yalnızlıktan gelmiştir
yükseldikleri yalnızlığa.”


Saatleri Ayarlama Enstitüsü /Ahmet Hamdi Tanpınar

"Mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan “Ne olacağım?” sualini geciktirir. Bırakın ki vaktinde yetişir, sonuna kadar sabreder, aktarmaları tam zamanında yaparsanız, içindekini behemehal bir yere götüren trenlere benzer. Ben bu trenden vaktinden çok evvel âdeta çölün ortasında inmiştim."

Edebiyat Üzerine Makaleler/Ahmet Hamdi Tanpınar

"Lisan haddizatında serbest, her türlü teşekküle müsait bir maddedir.
Bu seyyal maddenin içinden eczası dağınık ideali sıyırmak, onu ayıklayıp yoğurmak, kelimeyi üzerine asırların yığmış olduğu müşahhas ve mücerret bin türlü mâna yığınından yıkamak ve sanat malzemesi haline gelinceye kadar temizlemek, mebde fikri sağlamak ve derinleştirmek ancak bu nizamla kabildir."