27 Aralık 2012 Perşembe

Susanlar / Bilge Karasu

“Bir de, okununca insanı allak bullak eden kitaplar var; yüz yıllık, bin yıllık, bir aylık kitaplar; otobüste bile bırakamayıp okuduğum, ineceğim durağa varmış olduğumuzu fark edince kapatıp kalktığımda yanımdaki çıkını, elimdeki şapkayı unutturan kitaplar.Onlar için bir şeyler yazmak isterim çoğu zaman.Ama eskiden yayımlanmış bir kitapsa bu, bunun için yazı yazmak nereden esti diye bakarlar adamın yüzüne.Yeniyse sizden ‘ağırbaşlı, bilimsel eleştiri’ beklenir.Oysa niyetim, ne unutulmuş bir kitabı ‘diriltmek’ ya da ‘yeniden ortaya atmaktır’ ne de yeni bir kitabı ‘eleştirmektir’.Bir okur olarak aklıma ne eserse, gönlüm hangi kitabı, dergiyi dilerse okurum.”

Sahnenin Dışındakiler- Ahmet Hamdi Tanpınar

"Çelişmeler hep el emeği, göz nurudur. Her çeyizde yerleri vardır. Sandığı kaneviçelerden, oyalı yazmalar ve dantela kenarlı havlulardan salt, müteşekkil zanneden toylar toyu tazecik genç kızlar vardır. Antidepresan kullanan anneler vardan da daha vardır. Vardar ovası söyler çeyiz hazırlar anneler ve çelişmeleri hüznümüzü tohumlamış olandır..."

Huzursuz Bacak / Mustafa Kutlu

"Kalabalıkta kimsenin yüzü kendinin değildir..."

Yusufçuk - Samiha AYVERDİ

'Bana, 'söyle' deme. Bugün susmak istiyorum. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır.' Sükut da bir haldir ve veli seyri sülukun bir yerinde buna uğrar. Halvet zaten sessizliğin yurdudur. Orada beşeri olan susar, İlahi olan konuşmaya başlar. İnsandaki ilahi merkez olan kalbin konuşması sükuttur. Hallac-ı Mansur hazretleri bir kezinde şöyle demiştir: 'Dillerin konuşması, kalplerin helakindendir.'

Mantıku't-Tayr / Feridü'd-din Attar

Ruh yüceliğe sahipti, ten ise değersiz bir toprak. Değersiz toprakla temiz ruh birleşti. 

Yüce olanla değersiz olan birbirine dost olunca, Adem sırlardan meydana gelmiş şaşılacak bir şey oldu. 

Fakat kimse onun sırlarını anlamadı. Onun işi, her yoksulun harcı değil. 

Ne bilebildik, ne de tanıyabildik, ne de bir an gönlümüz huzur buldu.

Ne zamana dek söyleyip duracaksın? Sükuttan başka yol yoktur. Çünkü kimsenin bir ah çekmeye cesareti yok.

Birçokları bu denizin üstünü bilir, fakat dibinden kimse haberdar değildir.

Hazine diptedir, alem de tılsım gibidir.

Sonunda bu tılsım ve beden bağı koptuğunda,

Tılsım ortadan kalkar, hazineyi bulursun. Cisim ortadan kalkıp yok olunca da ruh meydana çıkar.

Sonra, canın da başka bir tılsımdır. Gayb alemine göre canın, bir başka cisimdir.

Böylece yürümeye devam et, sonunu sorma. Böyle bir derdin dermanını sorma.

Bu uçsuz bucaksız denizin dibinde nice kimseler garkoldular, hiçbirinden haber yok.

Böyle görkemli bir denizde, alem bir zerre, zerre de bir alemdir.

Bu denizde alem bir kabarcıktan ibarettir, bil. Zerre de bir kabarcıktır, bunu da bil.

Alem de, zerre de kalmasa, bu denizden bir kabarcık nasıl eksilir?

Kim bilir ki böyle derin bir denizde çakıl taşı mı değerlidir, yoksa akik mi?

Bir Takım İnsanlar / Sait Faik ABASIYANIK

"Yabancı bir yere ilk defa inip hiç lüzumsuz ,manasız bir his duymadan , toprağa varsa bir battaniye atıp, yıldız seyretmeden , memleket, sevgili , ıvır zıvır düşünmeden uyumak.. belki böyle şey ,iyi insanlara nasip oluyor. belki biz , zayıf ,karışık , kötü insanlar , yabancı bir yerde ağlamaklı oluyoruz.."

Narziss Ve Golmund / Hermann Hesse

‘’… Büyük bir acının yüzdeki ifadesi, büyük bir hazzın ifadesinden daha güçlüydü kuşkusuz, yüzü daha bir çirkinleştiriciydi ama temelde değişik değildi ondan, her ikisinde biraz sırıtkanlık okunan aynı kasılma söz konusuydu, aynı yanıp tutuşma, aynı sönüş gidiş. Acı ve hazzın birbirine tıpkı iki kardeş gibi benzeyebileceklerini görüp anlaması, nedense harikulade bir sürpriz gibi kendisini şaşırttı.’’

Bir Bilimadamının Romanı / Oğuz Atay

‘’Bir makalesinde Mustafa İnan soruyor : ‘Aklın, hareketlerimizin tek rehberi olabilir mi?
“İnsanların zihnî faaliyetleri geliştiği nispette içgüdüleri bir daralmaya uğramış, daha doğrusu geri itilmiştir. İnsanların ilk devrelerine ait içgüdülerin çoğu bugün iz olarak mevcuttur.
“İçgüdülerin geciktirilmesi ve aklın gelişmesi, ilim ve tekniğin doğmasına sebep olmuş, hayat mücadelesinde insan, eksik beden kabiliyeti ve silahını aklı sayesinde temin ederek bugünkü seviyeye ulaşmıştır… İnsan önce etrafını ve bilhassa cansız âlemi inceleyerek ilimleri geliştirmiştir. Cansız âlemdeki bu gelişme yalnız aklın bir zaferi olmuştur. Ne yazık ki benzer gelişme manevi bilginler alanında beklenildiği kadar olmamıştır. Bugün, biyoloji ile fizik kadar gelişmiş bir durumda değildir. Psikoloji ve sosyolojiye ait gelişmeler, diğer pozitif bilimler yanında çok geri durumdadır. İktisadi hayatla ilgili kanunlardan pek azı bilinmektedir. Diğer sahalarda büyük zaferler kazanan insan zekâsı, bu sahada büyük yenilgiye uğramış ve zaafını kapatmak için çeşitli spekülâsyonlara sapmak zorunda kalmıştır. İlim yoluyla çözemediği olaylar hakkında bir takım ‘doktrin’ , ‘prensip’ ve kaideler koymaya kalkmıştır. Buna sebep aklın kendine has olan tembellik ve kolaya sapma temayülüdür. Zor gördüğü bilgi alanlarında yorulan aklın kurtuluşu ve ümidi basit olan prensiplerdir. “Peki, çözüm nedir?”
“Aklın yanında hikmet dediğimiz yüksek bilgi kabiliyetine de yer vermek lazımdır. Hikmet, bu âlemin olaylarına, onun üstüne çıkarak mütevazı bir şekilde bakmak, aralarındaki iç ahengi sezmek, aşk ile realitenin derinliğine nüfuz etmektir.
“Bu anlamda bir şair, bir hakim, bir mutasavvıf ve veli, âlimden çok daha derin olarak realiteye ulaşabilir. Kim iddia edebilir ki bugün Einstein, Mevlana’dan daha çok tabiat sırlarına erişmiştir?”

Aşk-ı Memnu / Halid Ziya Uşaklıgil

‘’… İhtimal Adnan Bey avdet etmiş, onu sormuş idi; fakat şu dakikada, şu zulmet ve boşluğuyla karanlıkların uykuda ruhuna gömülen hatıralarıyla mahrem bir telakki (gizli bir buluşma) yeri samimiyetini kesp eden (kazanan) bu oda onu daha ziyade alıkoymak istiyordu. Sanki Behlül’ü burada beklese onun avdeti (dönmesi) ihtimali kuvet peyda etmiş olacaktı (kazanacaktı). Ondan başka, şimdi kendisini üşüten bu açık pencerenin altında, kendisini söylemeye davet eder bir tesliyet lisanı (avunma dili), uzaktan uzağa gelen bir zemzeme var idi ki ona: “Söyleseniz a, ne için söylemiyorsunuz.” Diyordu; “Bilseniz atılmış ne hafi (gizli) sırlar, ne kırık hülyalar, ne solgun çiçekler, ne yıpranmış emeller, ne ölmüş ümitler var! Bilseniz bu biçare hazin ölüleri, biz ne ruhu okşayan matem neşideleriyle (şiirleriyle) sallayarak, ne rakik (ince) ve nermin (yumuşak) köpüklerden kefenlere sararak, birer nazenin, cenaze şeklinde yavaş yavaş, Kehkeşanların teessüründen (saman yollarının içlenmelerinden) damlayan mersiye (ağıt) katreleri altında yuvarlaya yuvarlaya götürürüz. Bilseniz bize iltihak ederek (katılarak) akıp giden ne kadar ıstırap giryeleri vardır. Sizin de ne tevdi edilecek (bırakılacak) ölmüş bir hülyanız, arkasından dökülecek birkaç katre matem yaşınız mı var? Siz ki o kadar şen, o kadar şatır (keyifli), ağlamaktan o kadar uzak idiniz. Demek bitti, hepsi de, hepsi…”

Unutuş Ve Hatırlayış / Sezai KARAKOÇ

‘’İnsanlara gurur gelmesin,acizliklerini unutmasınlar diye Allah,ölümü yarattı.Bunu hiç unutmayarak,saatleri ve dakikaları,zamanı tam anlamıyla değerlendirmek:İşte bu dünyada bize düşen budur.Bundan ötesi bize ait değil.’’

Mâbette Bir Gece - Sâmiha Ayverdi

Hey .. Bana baksana arkadaş, artık gece oldu, gün çoktan kavuştu... Çabuk ol, çık buradan.. Mâbedin kapılarını örteceğiz. Sabahtan beri ağlayıp bağırdığın yetmedi mi? Ne bitmez derdin varmış! İçerde kimseler kalmadı; herkes evine çekildi.. Başını kaldır da etrafına bak.. Yoksa karanlık geceyi de mi görmüyorsun?

Gece mi ne gecesi? Gönlüm, sevdiğimin aşkına karargâh olalı beri gece ve gündüzü seçecek iktidârım kalmadı. Görmüyor musun, onun aşkı satveti, değil yalnız beni cihânı şûlesine batırdı. Güneşler, aylar, yıldızlar hep, bu ziyâdan aydınlanmıştır.

Ben ne gece, ne de gündüz tanıyorum. Yalnız onu biliyor ve ona tapıyorum. Geceler, ancak sizin gibiler için siyah yüzlü, siyah kaftanlıdır. Sizin gündüzünüzün ışığı, benim gecelerimin nûruna karşı utancından yüzünü kapar.

Ey benim Tanrım! Her zerremi birer meş’ale gibi yakan aşkına yemin ederim ki, güzelliğinin tâkat getirilmeyen ziyâdeliğinden gözlerim kamaştı .. Belki de bunun içindir ki senden başka bir şey görmüyorum..

Artık şu perîşan vücuduma vücut deme.. Ondan sana tapmaktan, onda, sana baş koymaktan başka hiç, ama hiçbir zevk yok.. yemin ederim ki yok...

Onda ne hayat ne ölüm, tek arzû dahî yok..

Beni affet Tanrım.. Beni, senden başka her şeyden affet! Eğer her bir mesâmem dile gelse, senin isminden başka söyleyecek söz bulamaz. Eğer göğsüm yarılıp kalbim görünse, orada aşkın yalımından başka nişan bulamazlar. Senin hayalini emmiş gözlerin, bu ebediyet güneşinin kaynağı olmuştur. Vücûdumun aşkınla hayatlanmış her zerresi, bu aşkın câsûsu, bu aşkın ezelî bir tuzağıdır.

Bu aşk beni ve kâinâtı yaratan aşk.. işte ben ona gizlendim, ben onun bağrına kaçtım ve saklandım. Ey sen, ey benim ve cihanın tek varı, tek aşkı olan sen! Bak, yüzüme bak.. senden başka görülecek şey, senden başka tapılacak vücut, senden başka güzellik, hayat ve kudret yoktur! İçinde yaşadığımız dünyâ nerede? Gözlerim senden başka bir şey görmüyor. Benim dünyâm da sensin, ukbâm da sen!

Gülende ki sürur, hıçkırandaki elem, duâ edenin göklere kalkmış elleri, hep senden dolayı... Fakat âlem bilmiyor.. Güldürenin, ağlatanın, isteyenin ve icâbet edenin sen, yalnız sen olduğunu bilmiyor. Kâinatta senden başka hayat sâhibi kimse yok.. Fakat bunu da bilmiyorlar. Ne çıkar? Varsın bilmesinler.. Kendin biliyorsun ya.. Bir, hepten kuvvetlidir.

Ey benim Tanrım, kâh kararsız olur ağlar, yanar perişan olurum; aşkındaki şiddet ve tuğyandan dolayı. Kah itâtkâr, âciz, uslu ve uysal olurum; aşkındaki sükûn galebesinden dolayı. Kâh ise ne olduğumdan ve ne olacağımdan habersiz, tıpkı deniz üstünde çalkalanan çerçöp gibi iradesiz ve kaygusuz olurum; aşkındaki istîlâ ve satvetten dolayı..

Her zaman hâlden hâle geçen ben, hâlden hâle geçirenim ise sensin!

Sus artık be adam.. Gece yarısı oldu dedik. Haydi lafını bırak da kalk! Bu kadar sözü kime söylüyorsun? İçinden bir kelime bile anlamadık. İyilik etmek istiyorsan, bizi işimizden alıkoyma.. kapıları örtüp gideeğiz..

Ben kendimi bildim bileli sözümü yalnız Allah’ıma söylerim. Siz kim oluyorsunuz? Ben ondan başka mevcut tanımıyorum. Ondan başka kim var ki sözümü ve yüzümü ona çevireyim?

Beni niçin dinliyorsunuz? Dinlemeyin.. bırakın, gidin! Gidin, kaba döşeklerinize, durmayın gidin! Ben bu mâbedin bahâ biçilmez eşyâsına çalmaya gelmedim, korkmayın. Sedefli rahleleriniz, gümüş şamdanlarınız, her şey, ne varsa isteyenin olsun. Bir zamanlar sevgilim buraya uğramış olduğu için geldim. Onun ayak izlerinde, gözlerime yüz güneş vardır. Sizin için karanlık olan şu gece, bana, bin koldan meşâle tutan ışıklı bir fecirdir. Beni aydınlatan bu deme, kıyamadan nasılda gece diyorsunuz? Şuraya, sevgilimin izleriyle hâlleşmeye geldim; onun semtine varamayan ayaklarıma bunu da mı çok görüyorsunuz?

Zavallılar, bilseniz, benden hiç korkmazdınız.. gerçi san’atım hırsızlıktır; fakat onun aşkından başka, hiçbir şey çalmam. Varın gidin, Allah için bırakın beni!
Gene söyleniyorsun, sus, yetişir diyoruz sana..

Doğru .. keşki sussam, susabilsem.. Bâzen insanın söylediği tek söz, bütün hayâtınca söyleyeceği sözlerden daha kıymetlidir. Çok söylemeyi ben de istemiyorum ama mayalanmış hamurun zamânı gelince kendi kendine kabarması gibi, benim sözüm de gönlümü mayalayan aşkın zorlamaları ile taşıp dökülüyor. Eğer hamurun kabarıp kabından taşması bir günahsa, bu günâhın hesâbını, onu mayalayan elden sormalıdır.

Arkada duran iki bekçiden biri, onu zorla mâbedten çıkarmak üzereyken, arkadaşı mânî oldu:

Bırak şu dîvâneyi.. Varsın içerde gecelesin, olur ki bize de bir sevâbı dokunur. Her kulun Allah’tan isteyecek bir şeyi vardır; ama bununki ne bitiyor, ne yetiyor.. Bırakalım, belki sabaha kadar isteklerini tamamlar... dedi.

Başını bir sûtuna dayamış olan adamın heyacanla gözleri parladı:

Hâşâ! Ben Allâh’ımdan hiçbir şey istemiyorum. Sözlerim talep değil, feryattır. O bana ne vermemiş ki isteyeyim? Hangi verdiğini beğenmemişim ki, ellerimi kaldırıp da onu çevirmek için yalvarayım? Suya nasıl düğüm vurulmazsa, benim de sevgilime akan gönlümün renksiz ve keyifsiz ve keyfiyetsiz coşkunluğuna kayıt ve bend olmaz. Bu sözlerle lâubâlî olmayın, onların ateşine daha fazla yaklaşmayın, olur ki gönlümün yangınından bir kıvılcım sıçrar da sizi de yakar, kül ediverir.

İki bekçi, anlamaktan ve anlatmaktan âciz kaldıkları bu adamın yanından yavaşca çekildiler. Önde yürüyen, uzandı ve fersiz, uzak bir yıldız gibi yanan son kandili de üfledi. Birkaç dakika devam eden ayak seslerini, cümle kapısının örtülme sesi tâkip etti.

Artık mâbedin içinde, aşkı ile söyleşen bir çift dudaktan başka ses kalmamıştı.

Aç Kapıyı / Necip Fazıl Kısakürek



Aç kapıyı, haber var,
Ötenin ötesinden!
Dudaklarda şarkılar,
Kurtuluş bestesinden.

Biz geldik, bilen bilsin!
Gönül gönül girilsin,
İnsanlar devşirilsin,
Sonsuzluk destesinden

İlhan Berk

Her şey uzaklığı kuşanır
Erişir öyle sessizliğe
Ölü bir sineği sürüyor üç karınca
Karıştım ben de tuttum bir ucundan
Sonludur sonlu olan
Yer değiştirmesine katıldım sonra
Daha adı konmamış bir denizin
Baktım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu
Suyu biraz öne çektim
En sonra bir bulutun
Konuşmasını geçirdim deftere
Rüzgârın çıkması gibidir şiir
Dedim, girdim sonra derin sessizliğe

Yalnızlıklar Kitabı / Hasan Ali Toptaş

kimileri düşer yalnızlığa,
kimileri yükselir.

düşenler için ufuk yoktur artık;
bütün renkler beyazdır,
sesler birdir
ve yarın belki'dir,
dün süphelidir,
bugün nerededir?
üstelik, sular kaskatıdır,
yönler düğümlenmiştir.
ve aynadır her şey;
tozludur anılarla,
kat kat kirdir.

düşenler için yalnızlık,
durup dinlenmeden akan susuz bir nehirdir.

yükselenlere eşsiz bir ülkedir yalnızlık;
orada içlerini kazarlar sürekli,
derialtı şehirlerine inerler
ve kendileriyle tanışırlar her gün,
her saat, her dakika, her an,
her canavar
ve her kuzu kendileriyle tanışırlar.
sonra, kendileriyle
kendilerinde başlayan insanlığın arasına otururlar.
önlerinde buruşuk örtüler vardır,
yorgun maskeler,
uyuyan özlemler,
tılsımlar sonra
ve masmavi küfleriyle şablonlar
-ki hepsi düştükleri yalnızlıktan gelmiştir
yükseldikleri yalnızlığa...

şaşırmışlardır,
şaşırırlar
ve elbette şaşıracağızdır.
yalnızlık biraz da şaşırmaktır şaşıramadıklarımıza...

21 Aralık 2012 Cuma

Altın Gözlü Kız / Balzac

''Hhake Kralı Odüsseus Troşa Savaşı’na gittiği vakit karısı Penelopeia yirmi yıl boyunca ona öylesine bağlı kalmıştı ki kendisini isteyenleri hep geri çevirir, “Ancak elimdeki şu başörtü bittiği zaman evlenirim.” derdi, başörtüyü de gündüz örer gece sökerdi.''

Çınaraltı Kitap Sohbetleri – Dursun GÜRLEK

Bir gün Harun Reşid,Şeyhülislamı İmam-ı Ebû Yusuf hazretlerine bir soru sorar.Büyük imam’’Bilmiyorum.’’ Deyince halifenin mabeyncisi söze karışır ve ‘’Ya Ebâ Yusuf!Mü’minlerim Emiri sana bu kadar maaş ve tahsisat verdiği halde bilmiyorum demeye utanmıyor musun?diye sorar.Ebû Yusuf şu anlamlı karşılığı verir:
‘’ Mü’minlerim Emiri’nin bana verdikleri ilmime göredir,cehlimi nazar-ı itibara alarak vermiş olsaydı,hazinesi yetişmezdi.’’

Kayıp Aranıyor / Sait Faik Abasıyanık

· …Bir pazartesi günü idi. Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler! Uyandığımız zaman üçte birini arkada bırakmışızdır başlayan günün, kaldı mı üçte ikisi… Yap bakalım hesabını!.. Hey gidi pazartesi hey! Kaldı on altı saatin. Bir saat yürümeye, yarım saat düşünmeye koy, yemeye içmeye de bir saat, yarım saat el yıkama, abdest bozmaya, yarım saat olduğun yerde kestirmeye, çeyrek saat bilet almaya, tünle, tramvaya, vapura binmeye… Say sayabildiğin kadar. Koy bu on saatin içine boşlukları doldur bakalım. Sevişmeye koyabiliyor musun on dakikanı?..
Yazı makinelerine, kalem tutan parmaklara, neşterler, ilaçlara, selam vermeye, kitap okumaya, iki kadeh içmeye… Vakit mi kalıyor insanoğluna? Bunu yaparsan onu edemiyorsun.
Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! Pazartesi! Sanki Pazar bir şeymiş de onun bir de yarını, ertesi günü var. Ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat ne kalır?
Geç git pazartesi sen de!.. Sende de iş yok! Sen de salıya doğru kalem tutarak, abdesthaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile görmeden; yalan söyleyerek, insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, çarşambaya doğru yürüyen budala bir Salı ile kol kola geçip gideceksin. Yine çarşamba, yine perşembe, işte Cuma! Cumartesi… Hele bu ertesiler, o kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. Sanki devam ediyorlar. Sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa; bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar! Pazartesi! Yürü geç git! Lalettayin bir mart gününün lalettayin bir pazartesisi! Gideceksen git! Pencereye üç beş damla insanın içini ürperten buz gibi su, mangallı odanın bir isim yazdığım, bir şekil çizdiğim camına buğudan başka güzel ne getirdin? Ta uzaklarda, kel tepelerin üzerine abanmış yağmur bulutlarınla, kar toplayarak gökyüzünde dur da bir lahza konuşalım. Niçin geldiğini bir anlayalım senin. Bana insanlardan, dünyadan yeni bir şey mi getirdin? Şu sıcak atkılarına sığınarak, ceketlerinin yakasını kaldıranlara bir serüven mi hazırlıyorsun?
Kim bilir, belki de bu saatte Beyoğlu’nda bir evde bir kadın bir erkekle kavga ediyordur. Onun da ismi Nevin’dir.
Az sonra, pazartesi isimli saatlerin on dakikası geçinceye kadar bir zaman içinde kanlı canlı, ondüleli, rujlu Nevin on altı yerinden bıçaklanıverecek… Fransa’da kabine düşecek… İngiltere’de bir Lord evlenecek, bir uçak düşecek, bir diğeri Roma Hava Meydanı’ndan Paris’e kalkacak.
Dağların içinde bir tren gidiyor bak! Tam tünele girmek üzere. Bakın, şu dolmuşta bir şeyler oldu. Bir adam ezilmiş mi bayılmış mı? Nedir? Eczaneye götürüyorlar. Hastanenin birinde bir adamın kalbine ameliyat yapıyorlar; bir başkasının karnında su alıyorlar; birine narkoz veriyorlar; birinin ayağını kesiyorlar…
Düşünürüm, düşünürüm bunu da: İki kişiyi, tenha bir sinemada, yan yana, içleri hazdan ışıklar içinde, yürekleri dudaklarında, şehvet ıslık gibi, yılan gibi, temmuz geceleri gibi yıldızlı, sıcak ağır kokulu; dudak dudağa, eller ellerde, bir kadınla kaybolmuş bir erkek…
Çocuklar doğuyor. Tibet’te çocuklar doğuyor. Amerika’da çocuklar doğuyor. Afrika ormanlarında bir fil beş adam kovalıyor. Bir kadın tarlada doğuruyor. Bir kadın hastanede doğuramıyor…
Hey pazartesi! Övünebilirsin, isminle değil; yukarıda saydıklarımla. Sen İstanbul’da mart içinde bir pazartesi olarak değil ama. Amerika’ya daha şimdi giriyorsun. Japonya ötelerinde, Büyük okyanus’un bir yerinde az sonra sen bir salısın budala!
Ulan pazartesi! Sen bir tarafta Pazar, bir taraf ta salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: Bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde.
Bir kadın hep o sarsılma anındadır, bir parmak kalkmış daktilonun başında; bekliyor. Hep seni bekliyorlar geçsin gitsin diye, köpek! Giden bir araba duramayacağına göre ne yapar acaba? Bırak bizim tüneli bir uçağı düşün; duramaz, ehhh gidemez de… Köpek hep mi havlayacak? Hani buna havlamak da denmez. Tavuk yumurtayı yumurtlayamayacak, ben ben ben ben ben…

Uysal Kız / Dostoyevski

“Körsün, kör, ölüsün, işitmiyorsun! Bilmedin seni hangi cennete yerleştireceğim. Cennete ruhumda idi, onu senin etrafına serecektim! Ama sen beni sevmeyecekmişsin zararı yok, ne çıkar. Her şey aynı olacaktı. Aynı vaziyette kalacaktı. Bana her şeyi bir arkadaş gibi anlatacaktın. Neşelenecektik, birbirimizin gözlerine neşe ile bakarak gülüşecektik. Böyle yaşayabilecektik. Başkasını bile sevsen zararı yoktu! Sen onunla beraber gezip gülerdin, ben de sokağın öbür yanından seyrederdim…”

Dorian Gray’in Portresi / Oscar Wilde

‘’Ruhla ten, tenle ruh… Ne bilinmezlik dolu şeylerdi bunlar! Ruhun hayvan yanı da vardı, tenin de yüceldiği oluyordu. İstekler incelebiliyor, ruh da aşağılık bir hâl alabiliyordu. Tenin içgüdüsünün nerede sona ereceğini, ya da vücudun içgüdüsünün nerede başlayacağını kim bilebilirdi ki? Sıradan ruh bilimcilerin kesinkes tanımlamaları ne kadar yalın kattı! Öyleyken, gene de çeşitli görüşlerin ileri sürdükleri arasında karar vermek de ne zordu? Ruh günahının evine yerleşmiş, bir gölge miydi? Yoksa Giordano Bruno’nun düşündüğü gibi, ten gerçekten ruhun içinde miydi? Ruhun maddeden ayrılması anlaşılmaz bir şeydi, ruhun maddeyle birleşmesi de öyle.
Merak etmeye başladı: Acaba ruhbilimi hayatın en ufak kımıltısını bile bize aydınlatıverecek kesin bir bilim haline getirebilecek miydik? Şimdiki halde, biz kendimizi hep yanlış anlıyorduk, başkalarını da pek seyrek. Bir şeyi denemiş olmanın ahlak yönünden hiçbir değeri yoktu. İnsanların yaptıkları yanlışlara verdikleri addan başka bir şey değildi bu. Ahlakçılar, genel olarak, bunu bir çeşit uyarma gibi görmüşler, kişiliğin oluşmasında, kişiliğin oluşmasında ahlak yönünden bir etkisi olduğunu öne sürmüşler, ne yapmamızı öğreten, nelerden kaçınmamızı gösteren bir şeymiş gibi göklere çıkarmışlardı. Gelgelelim, denmede itici bir güç yoktu. Vicdan gibi bunun da bunun da çok az eylem gücü vardı. Gerçekten ispat edilebilen tek şey şuydu: Geleceğimiz de geçmişimiz gibi olacaktı; bir kere tiksine tiksine işlediğimiz günahı ondan sonra defalarca seve seve yapacaktık.
Artık açıkça görüyordu ki deneme yolu tutkuların bilimsel çözümlemesine ulaşmak için tutabileceğimiz tek yoldu; muhakkak ki Dorian Gray’de elinin altında bir inceleme konusuydu, pek de zengin, verimli sonuçlar vereceğe benziyordu. Onun şu Sibyl Vane’e karşı birdenbire kapıldığı delice aşk hiç de yabana atılır bir ruh olayı değildi. Belliydi ki merakın bunda büyük payı olmuştu; bir yandan merak, bir yandan da yeni yeni şeyler deneme isteği. Yalnız gene de basit bir tutku değildi; oldukça basit bir tutkuydu. Bunun içinde delikanlılığın doğrudan doğruya şehvet içgüdüsünden gelen şey hayalin işlemesiyle biçim değiştirmiş, öyle bir şeye dönüşmüştü ki oğlanın kendisine bile şehvetten uzak bir şey gibi görünüyordu, bundan dolayı da daha tehlikeliydi. Bizi en zorlu biçimde kendine köle eden tutkular kökenleri bakımından kendimizi aldattığımız tutkulardı. Bizim en zayıf dürtülerimiz niteliklerini bildiklerimizdi. Sık sık öyle olurdu ya: Başkaları üzerinde deneme yapıyoruz sanırken gerçekte kendimiz üzerinde deneme yapardık.’’

Altın Gözlü Kız / Balzac

''Vücudun görevleri konularıyla uğraşan bilginler aşkı doğa yasalarına dayanarak çabucak tanımlayabilirlerse de ruhbilimciler onu toplumun kazandırdığı bütün gelişmeler içinde gözden geçirmek istedikleri zaman açıklamakta hayli güçlük çekerler. Öyleyken, gene de aşk dininin bin bir mezhebi arasındaki çeşitli görüş ayrılıklarına rağmen hepsinin açıkça paylaştığı düz, keskin bir çizgi vardır: Tartışmaların eğip bükemediği bir çizgi ki, aşağı – yukarı bütün kadınlar gibi Langeais Düşes’inin de içine daldığı bunalım bu kuralın şaşmazlığıyla açıklanabilir: Sevmiyordu daha ü; onunki tutkuydu.
Aşkla tutku ruhun ayrı ayrı iki halidir ki ozanlarla, hayat adamları da düşünürlerle ahmaklarda birbirine karıştırırlar. Aşkta karşılıklı bir duygu birliği, hiçbir şeyin bozamayacağı bir sevinç duyma güveni, sürekli bir zevk alışverişi, kalpler arasında – kıskançlığı da dışarıda bırakmamak üzere- tam bir uygunluk vardır. Bu durumda, sevdiğini elde etmek bir araçtır, amaç değil. Birinin bağlılık göstermeyişi acı verir ama bağı koparmaz. Ruh ne ateşlidir ne de tedirgin; hep mutludur. Sonra, istek tanrısal bir üfürüşle zamanın bütün enginliğince bir uçtan öbür uca yayılınca zamanı bir tek renge boyar: Hayat tertemiz bir gökyüzü gibi masmavidir.
Tutku acı çeken bütün ruhların can attıkları aşkın, sonsuzluğunun göstergesidir. Tutku bekli de suya düşecek olan bir umuttur. Tutku hem acı çekme hem kendinden geçme demektir. Umut kalmadı mı tutku da kalmaz. Erkekler için de kadınlar için de kafalarında birkaç tutkuyu birden yaşatmak hiç de ayıp değildir. Mutluluğa doğru atılmak pek olağandır. Gelgelelim, hayatta bir tek aşk vardır.''

17 Aralık 2012 Pazartesi

Anton ÇEHOV

‘’Gene de ölümden söz edilirken akla gelen o itici korku yatak odasında hissedilmiyordu.Odadaki her şeyin öylece donup kalışında,annenin duruşunda,doktorun umursamaz yüzünde insanın içine dokunan,etkileyici bir şey vardı.Biz insanların anl
ayıp başkalarına anlatmayı daha uzun süre öğrenemeyeceğimiz;sanırım bunu yansıtmaya yalnız müziğin gücünün yeteceği,insan kederinin güzelliğiydi bu;hissedilmesi olduça güç,incenin incesi bir güzellik!..’’

-Düşmanlarına isimli öyküsünden-

Bulantı / Jean Paul Sartre

‘’En bayağı olayın bir serüven haline girmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten. Kişioğlu hikâyecilikten kurtulamaz, kendi hikâyeleri ve başkalarının hikâyeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.’’

Ahmet Hamdi Tanpınar / Saatleri Ayarlama Enstitüsü

"Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima diz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe gider
ken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşam üstü yolumu dört gözle beklediler. Hattâ eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler."

Yarınki Yüzün / Zehir-Gölge-Veda ,Javier Marias

‘’Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey kimsenin ona bakmamasıdır.İnsanlar buna dayanamaz,bu yüzden erir gider.Bu yüzden ölen,öldüren insanlar vardır.’’


"KAF suresi, 16. ayeti"

‘’Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.’’

9 Aralık 2012 Pazar

HÂFIZ

Yusuf’un sahip olduğu, günden güne artan güzellikten bildim ki
Aşk Züleyha’yı ismet perdesinden çıkartır.

Bir Adam Yaratmak / Necip Fazıl KISAKÜREK

Hüsrev- (gittikçe heyecanına mağlup) bana dostum kelimesini söyleme!ellerimde bir karıncalanma duyuyorum.bu kelimeyi işitmeyeyim.parmaklarım bir şeyi sıkmak istiyor.(elindeki gazeteyi havaya kaldırıp bideb bırakıverir) al sana dost! (dili t
utulmuş gibi susar.ortaya doğru uzattığı eli titriyor) dostlarım malum!düşmanımı tanımak istiyorum.ben senin düşmanınım diyecek kadar namus aptalı kim var?onu bulmak ayaklarına kapanmak istiyorum.(şaşkın etrafına bakınır.sanki hitap edeceği kimseyi arıyor) dostluk, o bir maymuncuk, o bir hırsız anahtarı.evimizin kapısını açıyor, ruhumuzun kapısını açıyor ne bulursa yakıp kül ediyor, ne bulursa pazarda satıyor.(tonu ve hareketi değişir) beni upuzun bir tabuta yatıracakları gün, arkamdan gelecek dostlarım değil, kefenimin hırsızlarıdır.

Gustave Flaubert’den Loise Colet'ye



Yakınan ve bezginlik yüklü mektubuna daha önce yanıt veremeyişimin nedeni büyük bir çalışma krizine girmiş olmamdır. Dün değil evvelki gün saat sabahın 5'inde, dün de 3'te yattım; geçen Pazartesinden
 beri her şeyi bir yana bıraktım ve çalışmayı ilerletememekten sıkkın bir halde, harıl harıl yalnızca Bovary'ciğimle ilgilendim. Şimdi de şu benim baloya geldim, ona da pazartesi başlayacağım. Beni gördüğünden bu yana dolu dolu yirmi beş sayfa yazdım (altı haftada yirmi beş sayfa), kolay olmadı, akşam yazdıklarımı Bouilhet'ye okuyacağım. Bunlar üstünde o kadar çalıştım, o kadar değişiklik yaptım, bunları öyle işledim ki, şimdi artık hiçbir şey anlamaz duruma geldim.
Bezginliklerinden söz ediyorsun bana: Sen bir de benimkileri görebilseydin!(...) Çetin bir yaşam sürüyorum, dış dünyanın her türlü sevincinden yoksun bir yaşam, hiçbir dayanağım da yok, bir çeşit sürekli öfke dışında; bu öfke zaman zaman yeterince güçlü olamıyor, ama hep var. İşimi çılgıncasına ve sapıkçasına seviyorum, tıpkı bir çilecinin çile doldurmak için sarındığı o at kılı kuşağını sevmesi gibi. Kimi kez, kendimi yetersiz bulduğumda, istediğimi anlatamadığımda, uzun uzun bir şeyler çiziktirdiğimde bir tek tümce bile kuramadığımı fark ediyorum, divanın üstüne çöküyor, şaşkın bir halde içimdeki bir sıkıntı bataklığında böylece kalakalıyorum.
Kendimden nefret ediyorum, büyük sıkıntının ardından, soluğumu kesen o gurur çılgınlığıyla suçluyorum kendimi. On beş dakika sonra her şey değişiyor; kalbim sevinçten küt küt atıyor. Geçen Çarşamba kalkıp mendilimi almak zorunda kaldım; yaşlar yanağımdan aşağıya süzülüyordu. Yazarken duygulanmıştım, hem kendi düşüncelerimden doğan heyecanın, hem bunu yansıtan tümcenin, hem de onu bulmuş olmanın verdiği hoşnutluğun tadını çıkarıyordum büyük bir zevkle. (...).

Gustave
24 Nisan 1852

Bir Delinin Güncesi / Aslı ERDOĞAN

‘’Hiç sevdiğiniz birinin bir daha dönmemek üzere çıkıp gidişini izlediniz mi? O sabah da herhangi bir sabah gibidir. Gene kahvaltısını atlamış, aç karnına sigara içmiştir. Sinirlidir, sabahları hep olduğu gibi. Atkısını evde unutmuştur. San
ki o gün daha mı tedirgindi, yoksa sonradan düşündüğünüzde, o sabahı binlerce kez belleğinizde kurguladığınızda size mi öyle gelmişti. Bilseydiniz... Gelişigüzel bir veda yerine onu bir kez daha kucaklardınız. Kucaklar, bırakmazdınız. Dünyanın tüm bağlarıyla bağlardınız onu, tüm bağları, vaatleri, yeminleriyle. Sırf o kapıdan çıkıp gitmesin diye dünyayı durdurmanız gerekse durdururdunuz. Bilseydiniz.’’

8 Aralık 2012 Cumartesi

AKIL ÇAĞI – J.P. Sartre

“Dostluk, birbiri hakkında hüküm vermek demek değildir. Dostluk, inanmak demektir.''


Baki

Düşse zülfinden arak ruhsâr-ı cânân üstine
Gûyiyâ şebnem düşer gül-berk-i handân üstine...



( Sevgilinin yanağına saçından ter damlası düşse, sanki gülen gül yaprağı üstüne, çiğ tanesi düşer.)

Yabancı / Albert CAMUS


Tekerlekler üzerinde kayan zindanımın karanlığında, yorgunluğumun ta derinliklerinden gelişmişçesine, sevdiğim bir kentin, kendimi mutlu hissettiğim belli bir saatin bütün bu alışılmış gürültülerini eskisi gibi, bir bir bulur gibi oldum. Ge
rginliğini yitiren havada, gazete satıcılarının sesi, küçük parktaki son kuşların ötüşü, sandviç satıcılarının bağrışması, kentin yüksek dönemeçlerinde tramvayların çıkardığı iniltili gıcırtılar ve göğün daha gece limanın üzerine çökmeden önceki uğultusu, bütün bunlar, benim için, cezaevine düşmeden önce bildiğim gözü kapalı bir gezintiyi düzenliyordu. Evet, bu saat, bundan çok zaman önceleri, kendimi mutlu hissettiğim bir saatti. Beni o zamanlar bekleyen, hep hafif ve deliksiz bir uykuydu. Ama yine de birşeyler değişmişti. Yarını gözlerken, kendimi yeniden hücremde buluverdim. Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek.

Türkiye'nin Maarif Davası-Nurettin Topçu

Hakikat aşkına sahip insanlar,cemiyetin içinde çoğalmadıkça,hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek ve muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatın ihtirası cemaat içerisinde bir umumi cereyan,büyük bir hareket haline gelmedikçe,milli mektep gerçekt
en var olmayacaktır.Hakikat karşısında duyulması istenen bu aşkın,bu ihtiraslı akımın temeli dinidir,İlâhidir.Doğuda,İslâm'ın sahipleri,bugün bu hakikat aşkından uzak,böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar.Kendilerini sadece bir takım dinî örflerin teknikcisi sayan bu zümre,gerçek dinî vazifelerini yapmamaktadır.
Onların bu yetersizlikleri devam ettikçe,daha doğrusu asırlardan beri İslâm dünyasını uyutan sözde din adamları yerlerini,her şeyden evvel,hakikat ihtirasına sahip,fazilet mücahidi,cemaatin beynine ve kalbine girişmiş idealist bir münevver zümreye terketmedikçe milli mektebi kuracak ruh meydana gelmeyecektir.

Suç ve Ceza / Dostoyevski

“Raskolnikov uzaklaşırken düşünüyordu: “Nerede okumuştum… Ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor, ya da düşünüyordu: ‘Yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracı
k bir yerde yaşayacak olsaydım dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir ömür, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamak isterdim! Yaşayabilsem, yalnızca yaşabilsem, yaşayabilsem! Nasıl olursa olsun yaşasam!…’ Ne yaman bir gerçek! Tanrım, ne yüce bir gerçek bu! Ne alçak bir yaratık şu insanoğlu!”


1 Aralık 2012 Cumartesi

İlhan BERK

'Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam. 
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir 
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi? 
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde 
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'

Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'

Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.

Erken büyüyen çocuklar / Çetin Alpagut



yok…
Bu ölümün kendi sesi değil
çocuklar taşlarla büyüyor artık
kalpleri kolayca yetiyor anne ölümlerini anlamaya,
Yok, yok
Bu ölümün kendi sesi değil,
Çünkü kan
Bebeklerden başlıyor insana bulaşmaya...

Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar

Ne ölüm var,ne de hayat var.Biz varız.İkisi de bizde.Onlar,ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük,büyük arızalardı.Merihte bir dağ küçük bir patlayışla çöker.Ayda lav dereleri kurur.Kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyük buğday b
aşakları gibi,yeni güneş manzumeleri kurulur.Denizlerin dibinde mercan adaları doğar,yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığı nisan çiçekleri gibi,bir renk ve atşe kıvılcımında dağılırlar.Kuş kurdu yer,bir ağacın kabuğunda yüzbin haşere tohumu birden açar,yüzbini birden toprağa karışır.Bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi.Bunlar kainat dediğimiz,büyük,tek,emsalsiz incinin,o mücerret zaman çiçeğinin,zaman nergisinin üzerinde parlayan,onu vakit ve yer yer karartan akisleriydi.
Yalnız,insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman,iki hadde ayrılıyor,içimizde bu küçük idare lambası,bu isli aydınlık çırpındığı,çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesini soktuğu için,süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için,ölüm va hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu.İnsanoğlu zamanın mahpusu,onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi.Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde herşeyle beraber akacağı yerde,onu dışarıdan seyre çalışıyordu.Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu.
Bir itiliş,haydi ölümün ucundayız;herşey bitti.Madem ki sıfırın bütününü kırdık,adet olmağa razı olduk,bunu kabul etmek lazım.Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor;hayatın ortasındayız,onunla doluyuz,tekrar hızımızın oyuncağıyız;fakat bu sefer,bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu.Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı.


Bakanlar Ve Görenler / İsmet Özel

‘’Müslümanca tavırlarını diğer mü’minlerin gözüne görünsün diye yürüten insanlar inancın ve ihlâsın semeresini peşin toplama hevesindedirler.Onlar için ihlâs bir meta haline gelmiştir yani ihlâs olmaktan çıkmıştır.’’

Bakanlar Ve Görenler / İsmet Özel

‘’Hümanist kültür insanın sahip olduğu bazı becerileri ve yaşama imkanlarını insanın elinin ve beyninin ürünü,uzantısı olarak görür.İslâm anlayışı ise yaratmanın Allah’a mahsus olduğunu belirtmekle kalmaz,hayvanların ehlileştirilmesinden,gemilerin yüzdürülmesine kadar bütün yaşama imkânlarının ancak Allah’tan gelen bilgiyle mümkün olduğunu ifade eder.’’

Mesnevi / Mevlâna

‘’Ezelî hükme göre kâinatın bütün zerreleri çifttir ve her cüz’ü de kendi çiftine âşıktır.Arifin nazarında gökyüzü erkek,yeryüz kadındır.Göğün verdiğini yer alır,besler.Yerin harareti azaldı mı gök hararet yollar;rutubeti bitti mi rutubet v
erir.Kadına nail olmak için onun etrafında dönüp dolaşan erkek gibi,felek de zamanede dolaşmaktadır.Yeryüzü ise hanımlıklar etmede,doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir.Bu birlikte âlem beka bulsun diyeTanrı erkekle kadına da birbirine karşı meyil verdi.Her cüz’e diğer bir cüz için meyil verdi.İkisinin birleşmesinden bir şey doğar,bir şey vücuda gelir.Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur.Geceyle gündüz suretâ birbirinden ayrıdır,ama hakikatte birdir.’’

YARINKİ YÜZÜN / JAVIER MARIAS

‘’Hayat anlatılamaz;insanoğlunun bildiğimiz tarihi boyunca kendini bunu anlatmaya adamış olması,anlatılamayacak şeyi anlatma ısrarı olağanüstü bir şeydir,biçimi ister mit olsun ister destan,vakayiname,tarihçe,tutanak,efsane,chanson de geste
,romans,halk şarkısı,İncil,azizlerin hayatını anlatan kitaplar,tarih,biyografi,roman,methiye,film,itiraf,hatırat,röportaj hiç fark etmez. Baştan yenilgiye mahkûm bir girişimdir bu ve belki yarardan çok zararı vardır.Bazen bu âdetten vazgeçmenin,olayların geçip gitmesine izin vermenin daha iyi olacağını düşünürüm.Rahat bırakmalı onları.’’

Düşüş / Albert Camus

‘’..biz kendimizden iyi olanlara nadir olarak bel bağlarız.Daha çok onların toplumundan kaçarız.Tersine,çoğu zaman kendimize benzeyen ve zayıf yanımızı paylaşan kimselere açarız içimizi.Demek ki kendimiz düzeltmeyi ya da iyileştirmeyi istem
eyiz:Önce kusurlu diye hüküm giymemiz gerekir.Yalnızca acınmayı ve yolumuzda cesaretlendirilmeyi dileriz.Kısacası,biz hem suçlu olmaktan çıkmayı,hem de kendimiz arıtmak için çaba göstermemeyi isteriz.Yeterli hayasızlık da yoktur,yeterli erdem de yoktur.Ne kötülük, ne de iyilik enerjisine sahibizdir…’’

YARINKİ YÜZÜN / JAVIER MARIAS

‘’İnsan yazdığı şeyi okuduğu şeyden-eğer kendisine yazılmışsa-çok daha fazla unutur;gönderdiğini kendisine ulaşandan,söylediğini duyduğundan,yarattığı kırgınlığı kendi kırgınlığından daha çok unutur.’’

Türkiye'nin Maarif Davası / Nurettin TOPÇU

“Muallim meselesi, maarif davamızın ana meselesidir. Maarifi yapacak olan muallimdir. Şayet değerlendirilmezse, maarifi yıkanda o olur” diyor. Toplumsal yıkılışın inşacısının, yani öğretmenin itibarsızlaştırılmasıyla başladığı muhakkaktır. 
Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesinin ötelerine taşıma hedefine ulaşmanın yapı taşının öğretmen olduğu unutulmamalıdır. Milletimizi uzun yıllardır yaşadığı sıkıntılardan kurtarmak, refaha kavuşturmak, demokrasimizin çıtasını tartışılmaz bir seviyeye çıkarmak; adaleti, insan hakları ve özgürlüklerin güvencesi haline getirmek için toplum içinde öğretmene gereken itibarı tevdi etmemiz elzemdir. Bunların hepsinin temelinde eğitim vardır. Eğitimin en önemli unsuru da öğretmendir."