25 Kasım 2012 Pazar

Peyami Safa - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu


''Dünyanın bütün tavanlarına lanet olsun. Arka üstü yatmaktan usandım.''


CİNNET MUSTATİLİ / NECİP FAZIL KISAKÜREK

‘’Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana "Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem" demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben:
-Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?.."


Dirilişin Çevresinde / Sezai KARAKOÇ

“Allah’ın yolu kaybolmaz. Ama ondan ayrılan veya onu ihmal eden, bir daha doğmamacasına batar. Yolundan ayrılan kaybedecektir, Allah’ın kaybı yoktur”.


ÖNCELEYİN / Cemal SÜREYA



Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda 
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar 
Sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların 
Sonra her şey çıkıp geldi

Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
Sen çıkardın utancını duvara astın
Ben masanın üstüne kodum kuralları
Her şey işte böyle oldu önce





(Üvercinka) 1954



BİR FACİANIN HİKAYESİ / CEMİL MERİÇ

’’Bu anlaşılmaz dünya, bu saçma sapan gündelik hayat, ölümle sona erecek olan bu sessiz komedi karşısında, şuur... Şuur uyanıncaya kadar gayet tabii ve rahat olarak yaşanan gündelik hayat. Birdenbire sıkıcı ve mide bulandırıcı olmağa başlar. Çünkü şuur, hayatın otomatik ritmi ile kaynaşmışken, bu ahenk bozuluverir. Şaşırır insan. Ben ki şuurum, nasıl olmuş da kendi dışımda bir varlıkla kaynaşabilmişim? Şuur ayrılır ve işlemeğe başlar. Anlarız ki şuur, tek güzel şey. Çünkü her şey şuurla başlar, her şeyin değerini yapan şuurdur.’’ 


17 Kasım 2012 Cumartesi

Sabırsız Yürek / Stefan Zweig

Yaşamımda ilk kez, yeryüzündeki en büyük kötülüklerin kaynağının vahşet ve kötü niyet değil, kişilerin yenemedikleri zayıflıkları olduğunu anlıyorum.


Üstüme Sinmişliğin Var & Turgut UYAR


kent sabahıdır, bilmemek olmaz,çıkardı
kendisiyle bir uğultuyu çıkarırdı sokaklara
yıkanmış o ağız kokularından,çoğalmalardan
sen bir susun, bağırmak benim işim
ağırım, isyanlara doğruyum, yataklardanım

üstüme sinmişliğin var

işe yaramaz şeylerin güzelleştirdiği dünyada
sen bakma ey, mutlaka seslenmeliyim
aşka hiç benzemeyen o yalnızlıktan

üstüme sinmişliğin var

bir eve girmek, orada yatmak, büyütmek bir bakışmayı
dağınık dağınık dağınık eviçlerinde
toplandıkça dağılan eviçlerinde
ben bir içkiydim herkesi geçerdim
toplandıkça dağılan eviçlerinde
direne direne gelen en diri ortaçağdan

üstüme sinmişliğin var

her sabah bir intihardır çıkışlarım, dünyada

üstüme sinmişliğin var

sürekli denizler, sürekli olmalar, sanki öyle birşey
en güzel kalan yastıkta bozulmuş saçlardan
bir şeyi bırakmak, bir şeyi almaya gelmek sonra
sonra yasak balkonları göz ucuyla ölçmek
çini kaseler akşamı ve bardaklar akşamı
dünya kapıyor gözlerini bir gece çağır, ben burdayım
ben burdayım
gece gece gece gece gece gece gece en sonsuz gece
ben burdayım

-üstüme sinmişliğin var-

ben uzun zamanlardayım aslında
vazolar, ufak masalar, taşlar zamanında
bir nehir çoğalır giderdi sıkıntımızdan
bir kent bu yüzden büyürdü, dünyada
bir ihtilal ölüverirdi birden bizde
o sokaklardan

-üstüme sinmişliğin var-

sanki bin yıllık sinmişliğin var
sonuna vardıkça artan o konuşmalardan
güncelerin kestiği, ekmeklerin aşındırdığı
dünyada
sen bir şeydin, bakılır sevilirdin
tozların alınırdı, ürpertilirdin
konuşmak bizi çıkılmaz bir sokağa götürürdü
bir yalnızlığa böyle
kim varsa bir yalnızlığa giderdi,dünyada
bütün çiçekler, bütün kelimeler bir isyandı
ey bakın, ey bakın bakın bakın
dünyada
ne zaman

ben seni uyuttum, seni karıştırdım,seni şaşırdım
birşeyler akıp akıp giderdi, dünyada
başvurduğum bir şeydin, yalnızlığım gibi
yanında sonsuz durduğum
ağlamaktı en uzun neşesi kızların bir zaman
olsun olsun, güneş olsun güneş olsun,olsun
büyüsün o şeyler, büyüsün bu sarılan şey
birisinin birşeylerin olduğunu bilmek var,dünyada
sakın kapanma, dur, ey şuramdaki beni boşaltan delik
ey büyüyen birşey sakın durma, dünyada

üstüme sinmişliğin var

Turgut Uyar

Çınaraltı Kitap Sohbetleri / Dursun GÜRLEK

İnsanın dış gözüne "basar", iç gözüne ise "basîret" denir. Asıl olan da ikincisidir. Nitekim maddi gözü kapalı olduğu halde, manevi gözüyle âlemin muammasını çözmeye çalışan basîret sahiplerinin varlığını biliyoruz.
Arapların en büyük bilginlerinden ünlü şair Ebû Alâ el-Maarrî'nin gözleri görmediği halde geceleri dolaşırken fener taşırdı.
"Gözlerin görmediği halde bu feneri niçin taşıyorsun?", diyenlere şöyle cevap verirdi:
- Ben bu feneri boşuna taşımıyorum. Gözleri görmesine rağmen basîretleri bağlı olanlar için elimde gezdiriyorum. Hiç olmazsa ışığı görürler de üstüme üstüme gelip çarpmazlar.

Satranç / Stefan Zweig

Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiç bir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta.. Duracak, görecek, hiçbir şey yoktu,
her yerde ve sürekli ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla...


Aylak Adam / Yusuf ATILGAN

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.


Beyaz Geceler / Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

‘’Zaten insanlar mutsuz olmadıkça başkalarının mutsuzluğunu anlamıyor..’’


Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar

Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük nimetti.. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı..


Kültür Ve Medeniyet / Nurettin TOPÇU

Kader, Allah'ın emridir. Kaderi tanımamak, Allah'ın Kainata hâkimiyetini tanımamaktır. İnsan hareketlerinden başka bütün kâinatta tabiat kanunları halinde Allah'ın emrini tanıyıp da insan hareketlerinde onu inkâr etmek, insanın kibrinden ba
şka bir şey olmayan şaşkınlığıdır. Dağların, tepelerin veya bir küçük yaprağın niçin başka türlü değil de böyle yapılmış olmasını hiçbir insanın eseri saymıyoruz da kendi hareketlerimizin sahibi, hâkimi, yapıcısı ve değiştiricisi bizmişiz gibi düşünüyoruz. Bunun sebebi bir damladan çıkarak bir avuç toprağa kavuşan varlığımızın başka bir kudret tarafından sürüklenip götürüldüğünü düşünemeyen, buna tahammül edemeyen kibrimizin galebesidir. İnsan kibrin heykelidir.

Var Olmak / Nurettin TOPÇU

"Aşk bir şuur halidir. Ancak bütün şuur halleri kendilerine özel bir düzen içinde tek tek yaşandıkları halde aşk, kalabalık şuur hallerinin toplu halde şuura yaptıkları baskındır. Bu baskın şuur dışında, yani yaşarken varlığının farkında ol
madığımız derinlerdeki ruh dünyamızdan gelir; onun taşarak şuur alanını kaplaması halidir. Bendini yıkan bir selin bağları, ovaları ve ormanları doldurması gibi, bizdeki duygularla düşünceler ve kararlar aşkın baskını ile dolar, örtülür ve gözden kaybolurlar. Tereddütler, şüpheler, korkular da öyle. Onlar da bağ ve bahçelerinin dikenlerini ve çalılarını örten suyun baskını altında yok olurlar. Aşkın seli altında ruhta ne hesap kalır, ne menfaat fikri, ne de kin. Ölçüler, hesaplar ve planlar aşk tufanında silinen tarla ve bahçe sınırları gibi, eriyip giderler. Aşk, nazariye ve tenkidi de tanımaz. O mutlak hakikattir; bütünün varlığına iman halinde tek taraflı temaşadır; kendini alemde temaşadır; kendini alemden ayrı görmeyen, Bir'den başka kemmiyet tanımayan, secde edenle edileni secdede birleştiren ilahi sarhoşluktur. Fuzuli'nin diliyle:
'Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir'
Sözü aşkın tam ifadesidir."

14 Kasım 2012 Çarşamba

Ahlak Nizamı / NURETTİN TOPÇU

Fakat heyhat, kolumuz bir bez parçası gibi bitkin, kesilmiş bir halde kuvvetsiz yere düşüyor. Etrafımızdan imdat istiyoruz, gözlerimizin önünde kuvveti temsil eden zümre lakayıt gülüyor. Halka çevriliyoruz, cemaat sarhoştur, kendine gelemiyecek kadar sızmış bir halde. Kime yalvaralım? Nereye çevrilelim? 


Anahtar / Refik Halid KARAY

Semiha dayanamadı, dedi ki:
"Artık bu kadarı fazla!"
"Hayır, az! Aşk zannettiklerimizin çoğunda meçhule karşı merakın da tesiri vardır. Daha yakından tanımak, öğrenmek, mahremiyetine girmek merakı... Halbuki üç sene birlikte yaşanmış bir ka
dının tanılacak, öğrenilecek tarafı kalmamıştır. Eğer onu sevmeye başladınızsa bu aşkı yabancı maddelerden de ayrılmış, temizlenmiş, sadece cevheri kalmış bir aşk saymamız lazım gelmez mi? Ben Perihan'da ne vücudunun bir kısmını, ne hususiyetini, ne ruhunu merak edebilirim. Hepsini biliyorum, hepsi gözümün önünde. Peki, ne istiyorum? Niçin onu bu derece arıyorum, harap oluyorum? Bana yeni bir şey getirmeyecek... Sabahleyin bildiğim şekilde uyanacak, akşam gene bildiğim tavırlarıyla yatağına girecek, bildiğim Perihan'ı bulacağım; bildiğim ve bir aralık bezdiğim Perihan'ı, değil mi? O halde nedir bendeki bu ateş?"
Semiha cevap veremedi ama dilinin ucuna geldi:
"Kıskançlık!"

Satranç / Stefan Zweig

Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. Yapacak, duyac
ak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız.

Yabancı / Albert CAMUS

Tekerlekler üzerinde kayan zindanımın karanlığında, yorgunluğumun ta derinliklerinden gelişmişçesine, sevdiğim bir kentin, kendimi mutlu hissettiğim belli bir saatin bütün bu alışılmış gürültülerini eskisi gibi, bir bir bulur gibi oldum. Ge
rginliğini yitiren havada, gazete satıcılarının sesi, küçük parktaki son kuşların ötüşü, sandviç satıcılarının bağrışması, kentin yüksek dönemeçlerinde tramvayların çıkardığı iniltili gıcırtılar ve göğün daha gece limanın üzerine çökmeden önceki uğultusu, bütün bunlar, benim için, cezaevine düşmeden önce bildiğim gözü kapalı bir gezintiyi düzenliyordu. Evet, bu saat, bundan çok zaman önceleri, kendimi mutlu hissettiğim bir saatti. Beni o zamanlar bekleyen, hep hafif ve deliksiz bir uykuydu. Ama yine de birşeyler değişmişti. Yarını gözlerken, kendimi yeniden hücremde buluverdim. Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek.

Ahmet Haşim


Gelmeden Evvel, Geldin, Birlikte

Kalbim
Benim bir ormandı,
İsimsiz, asude,
Bir büyük orman;

Ve gölgelerinde revan
Olan hafi suların aks-i şevk-i müttaridi
Dağıtırken sükutu bihude,
Düşünürdüm ki, hangi gün, ne zaman,
Ne zaman
Girecektin o kalb-i mes'ude?

Etmeden zehr-bad-ı fasl-ı elem
Reng-i eşcar ü abı fersude,
Dolacak mıydı seslerin, bilmem
O tehi saye zar-ı mesdude?

Sanki hicrana bir teselliydi
Şeceristan-ı kalb içinde revan
Olan hafi suların musiki-i nevmidi.


GELDİN

Bir gün
Akşamın ölgün
Duran o namütenahi ziya denizlerine
Gark olan eşcar,
Gark olan ovalar
Oluyorken sükut ü hüzne makar
Geldin alam-ı kalbi teskine

Ey şebabın hayal-ı cavidi,
O melul akşamın havası kadar
Gelişin bir sükun-ı saridi...


BİRLİKTE

Bütün bizimçündür
Nukuş-ı encüm-i vahdetle işlenen bir tül
Gibi üstünde titreyen bu sema;
Gecenin dallarında şimdi açan
Bu kamer,
Bu altın gül...

Bütün bizimçündür
Ne varsa aşk ile bidar-ı ra'şe, ya naim,
Ne varsa aid olan leyl-i hande-me'nusa,
Sana aid lebimdeki buse,
Lebinin surh-ı bizevali benim.

Ahmet Haşim

Sevgi Üzerine / Herman Hesse

‘’’Genç adam sevmiş ve sevgide kendini bulmuştu. Oysa çokları sever, ama sevgide yitirirler kendilerini.’’


Su Üstüne Yazı Yazmak / Muhyiddin Şekur

İnsan dünyaya geldiği andan itibaren "Ben'" demesini öğrenmiştir; ancak aşktır ki insana "Ben değil, Sen" demesini öğretir; zira seven hiçbir ruh kendine varlık rengi veremez.

Turgut Uyar

“Bütün pencerelerde bekleyen benim, 
ve 
ve 
o çalmayan bütün telefonlarda
aylardır konuşan da.

Kabul.
Bir kez yolda karşılaşalım
onunla da avunacağım.
Adımı sesince duymaktan vazgeçtim,
sesini duysam, susacağım.
Yel esiyor ama
değirmen dönmüyor.
Kuraklık bu,
adın ekmeğe dönüşmüyor.”

Turgut Uyar

Desem Öldürürler,Demesem Öldüm / İsmet Özel

‘’Allah(c.c.)’tan nasibimize İslâm,İmân,İhsân düşmesini dilemekteyiz. İslâmdan,İmândan,İhsândan nasibimiz var ise,daha artırmasını yalnızca Allah(c.c.)’tan dileriz.’’


Cesur Yeni Dünya / Aldous Huxley

... Izdırap karşılığında kazanılan şeylerle kıyaslandığında, şu anki mutluluk çok sefil kalır. Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur.
 Günahla mücadelenin, veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

‘’Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün he
r an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım.’’

Desem Öldürürler,Demesem Öldüm / İsmet Özel


ÖNSÖZÜMÜZ “ÖNCE VATAN”

Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bi
le isteye geçirilmiştir. Vatanseverliğin dünden kalma dünyası artık küçük görülen, bayat bir dünyadır. Madem dünya değişmiştir, hem vatanın geçmiştir madem hem de vatanların modası; daha onunla ne uğraşıp duruyoruz? Durun bakalım… Biz sadece vatanla uğraşmakla kalmıyoruz, vatanı hayatımızın, yani hayatın merkezine alıyoruz. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok, diyebilirsiniz. Sizin neyi nereye aldığınız kimin umurunda diyebilirsiniz. Sahi, bu şeyleri bu kadar büyütmek niye? Nedendir zihnimizi vatan kelimesi ve mefhumu hususunda pekiştirme yolunu doğru yol seçişimiz? Önce vatan denilmesini, herşeye rağmen vatan şiarını sırât-ı müstakıym kabul edişimiz?
Şundandır: Hıristiyan takvimine göre 1945 senesinden itibaren insan olmanın (Amerikalı olmamanın) hakkını vermek nerede bir şekilde mümkün oldu ise, bu ancak “herşeye rağmen vatan” kabulünün gölgesinde mümkün olabildi. Hatırda tutalım ve/veya hatıra getirelim ki, her insana vatan olan yer, o insanın ulviliği ile o insanın süfliliğini buluşturan yerdir. Bazıları der ki, insanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir. Hangisi olursa olsun, doğmaktan ve doymaktan çıkarılan mânâ neticeyi hâsıl edecektir. Doğmayı veya doymayı sadece ulviliğe veya sadece süfliliğe hasrederseniz vatanlaştırma işleminin uzağında duracaksınız demektir. Eğer bir yer, bir alan, bir toprak parçası veya deniz bir insanın var olma hakkına itiraz edilemeyen bir yer olarak tanınabiliyorsa vatanlaştırılmış olur. Hiçbir çağda bir yere mensup olmakla bir şahsiyet inşa etmek arasında koparılamaz bir bağ olduğu inkâr edilememiştir. Şahsiyetimizin ferdiyetimiz üzerine inşa edildiği de bariz bir hakikattir.
Her ferdin hak ile bâtıl, hayır ile şer, günah ile sevap arasındaki farkı bizzat bilişi, bu farka bizzat erişi, onun bir fert sayılışının, addedilişinin gereğidir. İnsan olarak hesaba katılmanın ilk şartı bu. Modaya kapılmamak bir ruh bozukluğu değilse, modaya aldırmayıp modayı reddetmek devlet ve toplum laboratuarlarında üretilmiş uyku ilâcını yutmamak anlamına gelir. Hayatından modayı ve modacıları atıp çıkaracak dirayeti gösteremeyen kimselerden insanlık adına herhangi bir şey bekleyemeyiz. Demek ki, Türk ilinde dağlara, tepelerin bayırlarına teberrüken beyazlatılmış taşlarla nakşedilen ibareyi önsöz olarak seçmekteki ısrarımızın mânâsını kavramak bir gerekliliktir. Gereğini yerine getirirseniz, bilin ki, kavrayışın devamında kavga var. Biz bugün işlerinin tamamını gizli kimlikleriyle yürüten modacı kalpazanlara “vatan” diyerek başçavuşun katırı görüntüsü versek bile ısrarımızın mânâsına bigâne kalan herkesle son gülenin iyi güleceği bir kavgamız var.
“Önce Vatan” diyoruz ve bunun imânımızdan bir cüz olduğunu ifhâm ediyoruz. İmân nedir? İmânın cüz’ü değil de, tamamı denilince ne anlaşılmalıdır? El-cevab: İmânın külliyen tamamı Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in kendisinin ölümünden sonra yeryüzünde Müslümanlığı devam ettirmek için mes’ûliyyet yüklenecek bizlere Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet-i Seniyye’yi bırakmışlığıdır. İmanın hepsi budur. İmâna efrâdını câmi‘, ağyarını mâni‘ bir tarif gerektiğinde elde Kur’ân ve Sünnet’ten gayri bir şey kalmadığı fark edilecektir. Münafık değil de mü’min olmayı ciddiyetle yaşamakta isek bunun siyasi bir rengi aksettirdiğini anlamamız şarttır.
Mü’min kimdir? Resul-ü Ekrem (s.a.v)’in irtihali akabinde onun bıraktığı mirası devralmış olanlara, devralmaktan memnun kalmış olanlara mü’min denilmişdr. Resul-ü Ekrem (s.a.v)’in irtihali akabinde sayıları hesap dışı tutulamayacak miktarda kimse irtidat etti. İşte böyle bir atmosferde mü’min kalmanın zaruretini ve vazgeçilmezliğini bize öğreten büyüğümüz Ebubekir (r.a.) oldu. Allah (c.c.)’ın inayetiyle bu çizgi silinmeden günümüze kadar geldi. Çünkü yine Allah (c.c.)’ın inayetiyle bir “emîr-ül-mü’minin” makamı ihdas ederek İslâm nizâmı fikrinin ruhumuzda yer etmesini Ömer (r.a.) sağladı. Küllî miras, külli imân…
Tarihten getirdiğimiz haklılık uyarınca Müslüman hayatının idamesine yarayacak çekirdeğin, tohumun ziyan edilmesine razı olunamaz. Allah (c.c.)’ın mahkûm ettiğini, kul olarak bizlerin beraat ettirmeye hakkı yoktur. İnansın da, neye inanırsa inansın diyen bizden değildir. İlmi imândan ayırarak bir ukalâlık kıyafetine büründüren fesat ehli bizden değildir. Allah (c.c.) indindeki dini imândan koparılmış bozuk birçok şekille nümayan kılan bizden değildir. O halde, biz kimiz? Biz Allah (c.c.)’ın öğrettiğini esas alanlarız. Biz esas diye Allah (c.c.)’ın meleklere secdeyi emrettiği Âdem aleyhisselâma öğrettiğine diyoruz. Sadakati esas alıyoruz. Sadakatin mücerret bir mefhum olmadığını biliyoruz. Sadakat müşahhastır. Sadıklar olmadan sadakat olmaz. Mü’min varsa sadakat vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu hakikatine şüphe düşürme gayreti gösterenlerle gözümüzü kırpmadan öldüresiye kavgayı göze aldık. Dikkatli ve titiz olmalıyız. Çünkü insanın macerası tuhaflıktan kasıtlı olarak arındırılmamıştır. Tuhaflıklardan biri şöyle: Kavgamız var ve fakat bu kavgayı can pazarı haline getirecek bir er meydanı yok. Bu yüzden, erlik göstermenin gösterişsiz yolunu keşfetmemiz zarureti var.
Bugün bizler emanete hıyanet etmeyenler olarak seyircilikten öte işlevi olmayanların gözüne tam tekmil görünmüyorsak, siperlerimizde beklediğimizdendir. Herhangi bir yerde değil, siperlerimizdeyiz. Emanete hıyanet eden herkesle kavgamız var. Aylaklık etmiyoruz. Şimdilik siperlerimizden düşmana sadece ateş edebiliyoruz. Emanete hıyanet eden hasımlarımız başarıyı çeşitlilikte arıyor. Hainler Türkiye topraklarının Türk toprakları olduğu inancını yok edebilirlerse çeşitlerden herbiri kendi zaferini kutlamakta gecikmeyecek. Hıyaneti çeşitlendirenlerle de kavgamız var. İyi ki, kavgamız var. Kavgaya gitmeseydik nereye darbe indireceğimizi anlayamazdık. İki yöneliş anlayışımızı zenginleştiriyor: Birincisi Vahyin bize ne mânâ ifade ettiği hususunu bulandıranları defetme yönelişimizdir. İkincisi ise Türk topraklarının ümmet hayatının teminatı olduğuna dikkat çekmeye yönelişimizdir. İki noktadan bir doğru geçiyor: Kur’ân ve Türkiye. İki noktadan geçen doğru biz Müslümanlara, ümmeti Muhammed’e bir mihver bahşediyor. Birinci nokta nüzul hadisesidir. Allah (c.c.)’ın rahmetinin Allah (c.c.)’ın gazabı fevkine ulaşışını Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olmasından anlıyoruz. Elimizde kendisinden elde edeceğimiz faydanın haşre kadar eksilmeyeceği bir hidayet rehberi bulunuyor.
Kavga iki cephede cereyan ediyor. Öncelikle küfrün şartlandırmalarına boyun eğişten neş’et eden cehaletle savaşıyoruz. Onun yanı sıra, çetinlikte ondan geri kalmayan bir savaş içine dahi dalıyoruz: Topraklarımıza yani canımıza, cananımıza, bütün varımıza göz dikenlerin beynelmilel uzlaşı yedeğindeki azınlık hâkimiyetiyle savaş. Müslim, mü’min, muhsin olamadığımız takdirde bu girdiğimiz harbin mağlûp ilân edilmemizle biteceğini de biliyoruz. Allah (c.c.)’tan nasibimize İslâm, İmân, İhsân düşmesini dilemekteyiz. İslâmdan, İmândan, İhsândan nasibimiz var ise, daha artırmasını yalnızca Allah (c.c.)’tan dileriz. Allah (c.c.)’tan gayr-i müslim cephenin Müslümanmış gibi algılanan cenahından bizi alenen ayırmasını dileriz.
Bu kitabın adı olsun diye müracaat ettiğim serlevhâ her ne kadar “Desem Öldürürler, Demesem Öldüm” ibaresi ise de, bu kitap dolayısıyla bir nihai hakikat perdesinden bahsetmemiz mümkün değil. Ne ben burada söylediklerim sebebiyle hayatımı tehlikeye atmış oluyor, ne de hayatta kalışımı burada dile getirdiklerime borçlanıyorum. Altmış sekiz yıla baliğ ömrüm içinde biz Türklere ne yalanlar söylendiği, bize ne dolmalar yutturulduğu hususunda çok şey öğrendim. Yine öğrendim ki, Türkiye’ye kötülük yapanlar Türkiye’ye ne kötülükler yapıldığı konusunda benden daha çok bilgiye ulaşmış durumdadır. Bu yüzden ben konuştukça onlar bıyık altından gülüyor. Mel’unlar melanetin nerelere uzandığını benden iyi biliyor.
Burada söylediklerim, öncelikle söylemem gerekenlerin binde biri bile değil. Öncelikle söylemem gerekenler rotasını tutturmuş Türkiye üzerinedir. Dünyayla uyumlu hale gelmiş bir Türkiye bu uyumu dünya sistemiyle intibak ederek sağlayabilir. Uyarlanma, kendini akıntıya bırakma, rota tespiti ihtiyacını hissetmeme demektir. Halbuki acilen rotasızlığı izale etmek gerekiyor. Türklüğe de, Müslümanlığa da topraklarımız dışında vukûfiyet kesbetmenin mümkün olduğu fikrine sahip olanlar Türkiye’yi rotasızlığa duçar etti. Giderek Türkiye ve Türk varlığının damgalamadığı şeylerle ikbale kavuşmuş olanların istilâ ettiği Türkiye’de yaşamak mecburiyeti bizi sıkboğaz etti. Benim ömrüm Türkiye’nin denâetten kurtulmak için bir çıkış yolu arayışının dalgalanmalarıyla geçti. Bugün dalgalar duruldu. Sosyalizmin ve İslâmiyet’in Türk yükselişini kolaylaştıracağını görenler işbirliği yaptıkları, birbirlerine yardakçılık ettiği için Türkiye dünya sistemiyle özdeşleşti. Türkiye’yi aynileşmeye ulaştıran taşıtının kaportasını Mustafa Kemal, motorunu Turgut Özal değiştirdi.
Ben bana verilen olanca gücü Türkiye’nin kendi rotasını bulma ihtimali uğrunda sarfettim. Bir çeşit fırsatçılıktı benimkisi. İçimdeki niyetle kısmet ittifakına halel getirmemek için her zaman hain olma konumunun uzağındaki kestirmeye saptım. Orada karşıma çıkan rotasını bulmuş Türkiye inşaatında gönüllü çalıştım. İnşaatın akıbetini bilen yok. Gönüllü bir ben mi idim? Bunu da bilmiyorum. Yalnız kalmak istemiyorum. Elinizdeki kitap nasıl olmasını istediğimin uzantısıdır. Uzantının bir semere vermesini bekliyor, inşaatın bekçiliğini yapıyorum. Ne zorum var?
Küçük Asya’nın ilki M.S. XIII. asırda Anatolia’nın “Dârü’l-İslâm” olduğunun kabulü, ikincisin ise İstiklâl Harbi sonunda dünyaya bir askeri güç ve bir siyasî organizasyon olarak İslâm’ın hâlâ hayatta olduğunun gösterilmesi suretiyle iki kez Türk vatanı olduğunu ve bu toprakların bir üçüncü kez vatanlaşma imkânı bulamayacağını söyleye söyleye dilimde tüy bitti. Bu topraklar bir itikadî zenginlik olarak İslâm’ı yeniden tanımadığı takdirde Haçlı Seferleri öncesinin şartları Küçük Asya’ya avdet edecektir. Burada zihnimizi aydınlatmamız gereken bir alan açılıyor. Kuvveden fiile geçmesi lehimize olan işlerin sırası nasıldır? Müslümanlığın farkına varışı esas almamız halinde sıralamayı İslâm, İmân, İhsan şeklinde yapmak mecburiyetindeyiz. Eğer derdimiz Müslüman üstünlüğünü izhar eden bir dünyada yaşamak ise bu doğru sıralamayı, yerinde ve gerekli sıralamayı kabul mecburiyetindeyiz. Bu sonuç alınabilir bir sıralama mı? Eğer amel imândan bir cüz değilse sıralamada Müslüman hayata sahip çıkma önceliğini imâna vermemiz gerekmiyor mu?
Önce vatan demek fert olarak her mü’minin şahsiyetini inşa için önüne çıkarılmış bütün engelleri kaldırabilecek bir saha kazanması demektir, önce vatan demekle ufkunda İslâmî bir toplum yapısı olmayan her hainin gevezeliğine son vermiş oluruz.

9 Kasım 2012 Cuma

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört / George ORWELL

Kitleler asla, yalnızca ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. Kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bile bilincine varamazlar.


Tutunamayanlar / Oğuz Atay

...kafamda kurulu bir makine vardı ve bu makine, durmadan, ara vermeden düşünceler izlenimler sıralıyordu. Bu makinenin idaresi benim elimde olsaydı, yalnız istediğim şeyleri, istediğim sırada düşünebilseydm neler başarmış olacaktım. Kafamd
a bir sürü süprüntü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşüncelerle dolu olsaydı beynim...Kaybediyorum; düzensizlik ve duruma hakim olamamak yüzünden kaybediyorum.

Süleyman Çobanoğlu

işte şu dünyada yapayalnızsın 
her neyi dilesek burada olmaz 
en büyük erdemi bunun, susamak 
yalar yarasını içte bir geyik 
hepsi bu kadardır: adı yaşamak


İhtilal / Necip Fazıl Kısakürek

Yeryüzünde ihtilâl, insanoğluyla beraber başlar.

Yirmibirinci Asra doğru dünyaya sığmayacak kadar ürediği görülen insanoğluna, en başta, doğrudan doğruya ilk insan, babasız ve anasız Âdem Peygamber, ilk tevhid ve hakikat vahidini temsil ed
ici nirengi noktasıdır. İnsanoğlunun, üreyişinde kendisinden hiza ve istikamet alacağı ilk müspet ve hak kutup…
Adem Peygamberde ilk insan ve resul birleşiyor. İnsan, Allah’ın habercisi ve Allah ile kaim hakikatin arayıcısı olarak dünyaya ayak basıyor. Ondan sonra da bu hizayı ve istikameti bozacak soyu ve koluyla insanoğlu başlıyor.

Böyle!… Âdem Peygamberden sonra, bu ilk müspet ve Hak kutba karşı insanoğlunun menfî ve fesatçı tarafı harekete geçecek, müspetle menfî arası bir nevi elektrik cereyanı doğacak ve iki taraf arası boğuşma, mânalar âleminde şimşekler çizerek ve yıldırımlar düşürerek, madde plânını da gümbürdeterek ve hoplatarak, ihtilâl denilen keyfiyeti zuhura getirecektir.
İnsanoğlunun müspet ve hak mukabili menfî ve fesatçı tarafı… Bu ikiliği, ruha karşı nefs diye ele alabiliriz. İhtilâl denilen keyfiyeti de, tek insandan en kalabalık topluma kadar bu iki kutup arası birbirine çullanma, birinden öbürüne karşı ayaklanma diye tarif edebiliriz. Esas budur; gerisi de sayısız bahane…

Kur’ân bize öğretiyor ki, Allah, yeryüzüne hükmedici, eşya ve hadiseleri tasarrufla vazifeli bir varlık yaratacağını meleklere bildirince, onlar, dünyada fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahlûka mı vücut verileceğini sordular; oysa meleklerin kendisini tevhid ve tenzihten başka bir şey yapmadıklarını söylediler ve Allahtan “ben sizin bilmediğinizi bilenim!” cevabını aldılar.
Böylece insan, biri ulvîlerin ulvîsine, öbürü de süflilerin süflisine namzet ve kalbin hakikatinde birleşik ve toplu iki zıt taraf halinde yaratıldı; ve Kur’an hükmünce bu eşsiz kıvam içinde vücut bulduktan sonra kutuplardan birinden birini gerçekleştirmek üzere “sefillerin en sefili” olan âleme indirildi ve ihtilâl zemini açılmış oldu.

Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilâldir ve bu davranış, içi beşeriyet kadar kalabalık tek fertten, üç beş kişilik aileye, sekiz on ailelik kabîleye ve koskoca cemiyete, hâsılı topluluk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücerrette birdir.
Şu var ki, üstün mânasiyle inkılâp vasıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye, ulvîlerin ulvîsi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekilde bulursa onda kullanır ve inkılâp ismini alır.
Bu mânada resuller ve nebîler, âdi anlamiyle ihtilâlci olmaktan münezzeh, en üstün ve erişilmez çapta inkılâpçıdırlar. Alelade inkılâpçılara kıyasla onlara “mutlak inkılâpçılar” demek gerekir.
İşte bu ölçüler çerçevesinde ihtilâli, mutlak inkılâp cephesiyle resuller ve nebilerden başlatırken, yeryüzünde ve insanoğlunun hayatında ilk fesat ifadesi olarak, Adem Peygamberin iki oğlu Hâbil ve Kaabil’e iliştiriyoruz.
Ötesi, insanoğlunun hak gördüğü ve bildiği yollardaki ayaklanışlarından, tarihin şahitliği altında romanımsı hikâyelerdir ki, bu cazibeli hikâyelerden gerçek gaye, mâna, ilim ve usûl bakımlarından alınabilecek dersler, hak ve hakikat bağlılarına en faydalı iş ve hareket kültürünü aşılayabilir. Onları da kendi oluş plânlarında büyük, orta ve küçük olarak sınıflandırıyor, ayrıca “kırıntı ihtilâl” teşhisi altında ve birkaç satır içinde miskin ve mânâsız hareketleri de gözden kaçırmamayı lüzumlu buluyoruz.

Ezelden ebede doğru kabarıcı sahilsiz insanlık denizinin, kâh hak, kâh küfür, korkunç çalkantılarını resmeden ihtilâl, Allah’ın insana biçtiği memuriyeti bilenlerce ne kadar manalıdır!
İnsan, nefsinde ve cemiyetinde, kendi ölçüsüne göre aradığı cennetin engellerine karşı daima ihtilâl halindedir.

Ortalık mahşer gibi…
Kim buranın sahibi,
Kimlerin düğünü var?
Güneş batan bir bayrak;
Şu kıpkızıl ufka bak,
Ana baba günü var!

İhtilal / Necip Fazıl Kısakürek 

8 Kasım 2012 Perşembe

Cahit Zarifoğlu-Yaşamak

"Acaba diyorum ebedi olana, herşeyin mirascısı olana kalbi dolu dolu hasret çekmek nicedir? …. Bense toprağınkilerle cebelleşiyorum. duygularım bu yüzden şiddetli ve acı veriyor. onları ancak uyumaya yakın zamanlarda rahatça taşıyabiliyorum
. İşte o zaman bazı şeyleri saf şekilleriyle duyabiliyorum. Perdelediklerini sezer gibi oluyor ve onlardan emin oluyorum. Anlıyorum ki hiçlik yoktur. Elimizin altındakiler değişip duruyor. Dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz, geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor. Kalbin çıkarı yücelerden olur. Gelin bir zaman kollayalım. Kalbimizle halleşelim. Görelim nasıl çıkarlar peşinde..."

ACI / Ahmet OKTAY




Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.

Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.

Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.

Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.

İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma'sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.


Küçük Prens / Antoine de Saint-Exupéry

"Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güld
üğünü görünce çok şaşıracaklar! Onlara 'yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun..."


Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens

Herşeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana.. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. hem sana bir armağan ver
eceğim...

"Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa

Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna
 nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damalardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada br saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hattâ yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filân... Zavallı mürâhik...

Bulantı / Jean Paul Sartre

‘’İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.’’


Körlük / Jose Saramago

‘’..terk edildiğinde yaşam ne kadar kırılgan..’’


Kürk Mantolu Madonna / Sabahattin Ali

"Bir ruh,ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize,bizim aklımıza,hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden,meydana çıkıyordu.Biz o zaman sahiden yaşamaya,ruhumuzla yaşamaya başlıyorduk."


Bozkırkurdu / Hermann HESSE

Senin hoşuna gidiyor, senin için bir değer taşıyorsam, senin için bir ayna oluşturuyorum da ondan; içimde bir şey var, sana yanıt veriyor, seni anlıyor. Aslında bütün insanların birbirleri için bu tür aynalar oluşturması, birbirlerine böyle
 yanıt vermeleri ve uyum göstermeleri gerekir, ama işte senin gibi antika kişilerin işine akıl sır ermiyor, hemen bir büyüklenmişlik içine sürüklenip kendi dışındaki insanların gözlerinde hiçbir şey göremez, hiçbir şey duyamaz duruma geliyor, onlara ilgi duymaktan çıkıyor. Böyle antika bir insan kendisine gerçekten içtenlikle bakan bir yüz gördü de bu yüzde bir yanıt gibi, bir akrabalık gibi bir şeyin varlığını sezdi mi, evet işte, bu kuşkusuz bir şenlik oluyor kendisi için.

Öteki / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

‘’Şimdi gelmeyeceğim yanınıza! Gelmeyeceğim! Umurumda değil! İyi insanların yanına giderim, onlara hizmet ederim. İyi insanlar dürüst oluyorlar, sahte işler yapmıyorlar, ayrıca hiçbir zaman iki kişi olmuyorlar.’’

Sesler / Ursula K. Le Guin

Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.


4 Kasım 2012 Pazar

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa / İnci Enginün, Zeynep Kerman

"Evet hayatta ayıp var. Hayat insicamsız, insan tuhaf, adi, zalim, yalancı ve gülünçtür. İhtiraslar arkalarında bir kül yığınını bırakarak geçerler..."



Bir ateşli hastalık / Cahit Zarifoğlu

Yarab şifa sendendir
Etten ottan değil
Eğer kavi kulların olaydık
Yemeden doyar
Görmek için göz aramaz
bakmazdık
Mikroplar
Hastalıklar şifalar
Emrimizde olurdu
Yine de takdirini gözlerdik
Onu yeğlerdik

Cahit Zarifoğlu

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay

(...)Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. Sanki trenden, mesela Nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. Ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. Hemen bir arabaya binecektik; herşey hemen düzelecekti
. Herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti.(...)

Bu oyuna kısa zamanda alıştım. Arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. Bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. Lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. Birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. Elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. Beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: Bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. Böyle yanılmalar, benden başkasının başına da geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu.

Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar

“Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu…
“Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, b
ir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
“Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır.”

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay

"Kızı üzmüyorsun ya Hikmet?" diye mırıldandı Hüsamettin Bey.
"Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'Neyin var canım?' filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz
albayım: Ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. Dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi."
"Kediler," dedi Albay; "Miyavlarlar."
Hikmet gülümsedi; "Sizi de bu mizah duygusu kurtarıyor albayım."
Ellerini iki yana açtı: "Ne yapalım? Şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor. Kendime engel olamıyorum: Yanımda sıcak bir varlık bulunca bencil oluyorum. "(...)

Suskunlar / İhsan Oktay Anar

“…gözün vazifesi sadece “görmek” değil, Hakikat’i görmektir. Hakikat’i gören bir göz, artık başka bir şeyi göremez. Çünkü artık o, başka bir vazife ile mükellef değildir ve başka bir gayesi de yoktur.


Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar

"Sevgili oğlum,
Bir zamanlar yaşadığım evin, geceyarısı eve dönerken taşıdığım o fenerin, duvardaki Acem halısının ve aslında gerçek bir kent olan Galata da gördüğüm her şeyin sadece ve sadece benim zihnimdeki düşünceler olduğu fikri kafa­m
a saplandığında muhakeme gücümün zayıfladığına hük­metmiştim. Ama şimdi görüyorum ki, asıl bunu düşündü­ğümde yanılmışım. Çünkü onlar gerçekten de benim düş-lerimdiler.
Bu fikrimi ilk kez Mihel çıkmazındaki kıraathanede Ali Said Çelebi ye açmıştım. Biliyorsun, bu iyi niyetli adam ba­na neredeyse olağanüstü bir saygı duyar ve ne söylesem he­men inanır. Ona, oturup sohbet ettiğimiz bu kıraathanenin kahvecisinin, müşterilerinin ve yaşadığımız dünyada geri kalan ne varsa hepsinin, sadece benim düşüncemde olduk­larını söylediğimde, parmağıyla kendisini işaret ederek, Ya ben? diye sormuştu. Malum cevabı alınca nedense bir hayli hüzünlenmiş, kafasında kimbilir neler kurmuştu. Ali Said Çelebi, böylece, benim zihnimde yaşadığına inanan tek kişi oldu. Bunun onu fazlasıyla sarstığını söyleyemem. Çünkü ertesi günü bana bir derdini açtı: Dediğine göre Sultan Ah­met Camii nin müezzinlerinden biri olmak istiyor, ama tah­sili tutmasına rağmen, koruyanı kollayanı olmadığı için bu göreve bir türlü gelemiyordu. işte bu yüzden kendisini, sözkonusu camiin müezzini olarak düşlememi rica etmek­teydi. Gerçi onun bu isteğini yerine getirmem elbette müm­kündü. Ama onun bu ricasını geri çevirdim. Fakat yakamı bırakmadı. Ertesi gün, koltuğunun altında bir kaz, elinde bir sepet yumurta ve bir top tereyağıyla kapımı çaldı. Ben de onun isteğini kısmen de olsa yerine getirmek zorunda kaldım. Ali Said Çelebi, müezzin olmasa bile, şimdi Sultan Ahmet Camii nde mutemet olarak görevini ifa ediyor. Ama yaptığım iyiliği unutmuş olmalı ki, beni uzun süreden beri arayıp sormadı.
Sana gelince sevgili oğlum, sen de benim kim olduğumu, yemeden içmeden günlerce nasıl yaşadığımı, hayatımızı idame ettirdiğimiz paranın nereden geldiğini bana sormaya bir türlü cesaret edemezdin. Paranın geldiği yeri, inanma­yacağını bile bile sana söylüyorum: Cebimde yüz akçe ol­ması için zihnimde yüz akçe düşlemem yetiyordu. Seni ar­tık şaşırtmak istemediğim için her şeyi söylemek istemiyo­rum. Ama gördüğün ve işittiğin ne varsa, hepsinin, şu za­vallı babanın zihnindeki düşlerden ibaret olduğuna inan! Yine de birkaç şey bunun dışında tabii. Büyük dayın Arap ihsan, o muhteşem külhani, boşluğu ve karanlığı okuyan benim gibi bir korkağın, adım bile atmaya çekindiği gerçek dünyanın haritalarını çizen biriydi. Yıllar önce öldü, ama kahkahası hâlâ çınlıyor ve düşü zihnimde hâlâ yaşıyor. Onu neden mi düşledim? Belki de senin, biricik oğlumun onu tanımasını istedim, o kadar.
Çünkü her baba oğluna bir şeyler öğretmek, ona doğru ve gerçek olanı göstermek ister. Oysa benim sana, düşle­rimden başka verebilecek bir şeyim yoktu. O yüzden sana, şimdi elinde tuttuğun garip kitabı verdim. Ama ne yazık ki Dünya yı gösteremedim. Sana aslında Kâtip Çelebi nin, Ci-hannüma adıyla tercüme edip bana bir nüshasını hediye et­tiği Atlas Minör gibi bir eser bırakmak isterdim. Oysa dün­yaya sırt çeviren benim gibi birinin zihninde Boşluktan baş­ka ne olabilir ki? Kendisinden düşler yarattığım Boşluğun atlasını, Adaş Vacui yi bu yüzden yazdım: Sen okuyasın diye değil, yaşayasın diye.
Zihnimde bir düş olan sevgili oğlum, işte böylece zavallı babanın yaşayamadıklarını yaşadın ve dokunamadıklarına dokundun. Bir babanın kendi oğlundan bekleyeceği şekilde kahraman değildin. Son derece silik ve mütevaziydin. Bu­nunla birlikte, arada bir senin kulağına, karakterinle bağ­daşmayacak sözler fısıldamadan edemedim. Çünkü düşler görmektense, boşluğun kendisine tapan insanlar karşısında küçük düşmeni istemedim. Sonunda, senin için düşlediğim macerayı yaşadın ve böylece senin için yazdığım atlası okumuş oldun. Artık benden öğreneceğin nihai şeyi öğrenmiş oluyorsun.
Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çöze­bilmiş değilim. Rendekâr düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla va­rım, ama kimim? Galata da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ika­met eden Uzun ihsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi izmir de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşü­nüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünü­yorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlü­yorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonu­cunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünü­yorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.
Senin için gerçek bir baba olmayı, saçlarını okşamayı, se­ni öpmeyi çok isterdim. Ama düşlere dokunmak mümkün olabilir mi? Sana bu yüzden hem çok yakın, hem de çok uzağım. Veda etmek benim için son derece zor. O yüzden, her ne kadar uzakta olsam da seni, o eski yakışıklı yüzünle, Aglaya yla birlikte hep düşlemek istiyorum.
Hoşçakal oğlum. Hoşçakal sevgili, biricik düşüm."

Amat / İhsan Oktay Anar

"Keskin nişancı olduğunuz için mevcudu bulunduğunuz ortadan seçilen sizler, artık bu geminin tüfenkçilerisiniz," dedi. "Gecenin bu saatinde kibar adamlar yalılarda, köşk­lerde ve kasırlarda uyuyup rüyalarında cariyelerin peşlerin­de koşarla
rken sizler, uyanık olarak buradasınız. Çünkü kan dökülmesi gerekiyor. Dilerim ki, dökülen sizin kanınız olmaz. Biliyorum ki, döktüğünüz kanı siz değil, yalılarda yaşayan ve şiir yazıp sizi hakir gören nazik adamlar içecek­tir. Kostantiniye nin kibar insanları kanla beslenir, ama siz değil! Bu yüzden siz onlardan temizsiniz! Ancak kan gö­rünce bayılan ve vahşetten nefret eden bu beyzadeler, sizle­ri daima ayaktakımı olarak gördüler ve göreceklerdir. Onla­rın ruhlarının ve vicdanlarının temiz olması için, bizzat siz­ler, ellerinizi çamura sokacaksınız. Getirdiğiniz ganimetin neredeyse hepsi, bu kibar efendilerin kesesine girecektir. Ocağımızın kanunu odur ki, onların içmesi için sadece kan dökmeyecek, ayrıca şu koca Kostantiniye nin sokaklarında dönüp sizin suratınıza bile bakmadıkları zaman onlara ta­hammül de edeceksiniz! Şairler mersiye, destan, gazel yaza­cak. Ne ile mi? Mürekkeple değil elbette! Kanla yazacaklar ve ünlerini ebediyete kadar sürdürecekler! Sizden istenen de bu: Kostantiniye ye kan getirin!"

Bir Facianın Hikayesi / Cemil Meriç

Abdülhamid katiyen zalim değildi. Adına ve hatırasına eklenen “Kızıl Sultan” lâkabı tarihin en büyük yalanı. Boğdurulup yok edilen devrimci talebeler masalı yalan, çuvallara dikilip Boğaz’ın sularına atılan saraylı kadınlar hikâyesi yalan! 
Tam tersine... Abdülhamid şiddetten nefret ederdi. Tahammül edemezdi kan akmasına, maddî eza duyardı. Nefret ederdi darağacından. Affetme salahiyetini her vesileyle kullanırdı. Hatta suiistimal ederdi. Nizamî muhakeme tarafından verilen idam hükümlerinin hemen hepsi otomatik olarak sürgüne tahvil edilirdi. Siyasî hasımlarına karşı başlıca silahı sürgündü. Ustaca derecelendirilmiş bir sürgün: Yemen veya Fizan’da gözaltında bulundurulmaktan tutunda Payitaht’tan az veya çok uzak vilayet veya kazalarda valilik veya kaymakamlığa kadar. Sürgüne yollanılan maaş alır, iaşe ve ibatesi temin edilir ve daima Payitaht’a dönmek ümidini muhafaza ederdi. Çok defa efendi olarak gidilir, bey olarak dönülür, paşa olarak dönülürdü. Belki bu da bir hesaba dayanıyordu.
Abdülhamid’in ayırıcı vasfı trimetrik (düzenleyici) olmaktır, kombinezonlara bayılır, kesin çözümlemelerden hoşlanmaz. Hiçbir bağlılığı önceden reddetmez, sönmez bir kin tutuşturmak istemez. Şiarı: korksunlar ama nefret etmesinler. Bir kelimeyle faydacı ve şüpheci. Ne var ki, bu vasıflarının altında hakşinas ve âdil bir hükümdar saklıdır. Tebaalarının -siyasî olması da- medenî haklarına saygılı herkesin mülkiyet hukukuna riayetkâr bir padişah. Uzun süren saltanatı boyunca, makamından faydalanarak meşru olmayan bir kazanç elde etmeğe kalkıştığı veya birinin rızası hilafına ve kanunî bir tazminat ödemeden malını gasp ettiği görülmemiştir. Demek ki, munsif ve âdil oluşunu sadece hesaba ve sadece politikaya atfetmek doğru olmaz.

Mehmet Rauf-Eylül

"Hiç olmazsa beraber ölmek de mi yoktu? Hiç olmazsa onun için ölmek de mi yoktu?"


Gölgesizler / Hasan Ali Toptaş

“Göz göre göre yok olmuştu o; kendi görünürlüğünün derinliklerine çekilmişti. Her gün her yerde karşılaşılacaktı eskisi gibi, sesi işitilip kokusu duyulacak, ama asla ona ulaşılamayacaktı. Herhalde kendi varlığına karışarak yok olmak en akı
llıca yöntemdi. Belki de bu yüzden delirmişti Cennet’in oğlu; kendini kendine gömebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı davranması gerekmişti.”

Bin Hüzünlü Haz / Hasan Ali Toptaş

"Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara göz ucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor."


Bin Hüzünlü Haz / Hasan Ali Toptaş

"Çeşitli suçların işlendiği göz kamaştırıcı bir dünyadan başka bir dünyaya sessiz sedasız göçmüş gibi oluyorum. Hayatın akıl almaz derecede oyuna dönüştüğü, hayallerin sınırı aşıp aşıp gerçeklere karıştığı, yerini ne idüğü belirsiz kıpırtıl
arla uzun kuyruklu, güzel güzel yalanların doldurduğu ve her şeyin kelimelerle yaşatılıp kelimelerle öldürüldüğü, acayip ve soluk renkli bir dünyaya..."

1 Kasım 2012 Perşembe

Yorgun Savaşçı / Kemal TAHİR


“Bu sözle başla emmi… Aklım dağıldı ki, toplayasım geçti. Ben debelenirken, Karlos Çorbacı piposunu temizleyip doldurdu, “Bak n’apacağız her doktor, dedi, eski bildiklerini bir yana bırakacağız, Dekart hesabı, dedi, yeniden aramaya başlayacağız ön yargıları atıp… Bakalım bu davranış bizi nerelere götürecek? Başlıyoruz! Anadolu toprakları nasıl topraklardır sence?
Nasıl mı? Yamandır Anadolu’muzun toprağı, dedim. Dünyanın ekin ambarı olacak topraklardır. Biz tembelliğe vurduğumuzdan bu cennet vatanın üstünde sürünmekteyiz. İş bilir ellere geçse bak neler olur…
Bunları nerden çıkarıyorsun? Kendin çiftçilik edip denemedin. Babanın çiftçi olduğunu da sanmam. Sizde böyle kitapların daha yazılmadığını da biliyorum! Bunlar gerçeği aranmamış palavralar… Salt Anadolu toprağı değil, Akdeniz’i, Ege Denizi’ni çevreleyen bütün topraklar, cenabet topraklardır. Çünkü bu bölge toprakları dünyanın yüzünde, gayet ince, pek yalınkat bir kaput gibidir. Tarım derin derin aktarılmaz, kara sapanın ucuyla az biraz karıştırılır. Bu bölgenin hava durumu da tarıma uygun değildir doktor, ya kurak gelir, ya taşkın… Kurakta sizin toprak, hiç saban görmemiş gibi taş kesilir. Taşkınlar, tarlaların yarısını alır denize götürür, yarısını dar vadilere indirip bataklık yapar. Bataklıklarda insan barınamaz. Bu yüzden, Adana, Küçük, Büyük Menderes ovaları gibi verimli ovalarınız ancak on dokuzuncu yüzyıl ortalarında tarıma açılabilmiştir. Daha önceleri buralarda göçebeler hayvan otlatıyorlardı. Bu özellikteki topraklarda, Batı’da olduğu gibi, özel mülkiyet yerleşip gelişemez, zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde Batı anlamında feodalitenin bulunmaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir feodal, böyle topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız kendi gücüyle sürdüremez! Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten Batı’da devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç haline geldiği halde, sizin devlet, ana ödeviyle toplumu ihya edicidir. Yani, Batı’da devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır ama, Doğu’da devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma, yok olma şartıdır. Siz, farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu halde, sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi talancılıkla suçlarken, Batı kültürünüzle, Batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda, ilk çağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde, sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur. Bu açıdan bakınca, Melek Ahmet Paşa’nın ağası devlet işine giderken Bolu paşasının atını çekip alırsa bu talan sayılmaz. Çünkü sizde her iş devlete yararlılığıyla değerlendirilir. Sizde devlet tehlikeye düştüğü zaman devletten sorumlu olanlar, bir dakika önce, en korkunç suçlamalarla geri ittikleri en akıl almaz sistemi kabullenmekte bir an duraklamazlar. Batı’da bütün monarklar geriliği tuttukları halde, sizin padişahların apansız ilerici kesilmeleri bundandır. Buradaki, ilericilik, bilinçle, imanla kazanılmış bir şey değildir, beyin ameliyatı gibi ister istemez katlanılan, bir çaresiz durumdur. Sizde padişahlar, baba, kardeş, evlat demeyip öldürmüşlerdir. Bir gecede on dokuz kardeşini, sonra da öz oğlunu öldüren Üçüncü Mehmet’in, para denilen bakır, gümüş, altın parçalarını bulduğu yerde almasına yalnızca talan deyip geçemeyiz. Kaldı ki, ikinci padişah Sultan Orhan’dan bu yana, modern anlamıyla devletçidir de sizin devlet… Tersanelerini, baruthanelerini, dökümhanelerini, madenlerini işleten, tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, bayındırlık işlerini, yol şebekesini, postayı, kervansaraylar sistemini, okulları, üniversiteleri, merkezden idare edilen bütün imparatorluğa yaygın yargılama örgütlerini, loncaları, hatta dini bile devletleştirip devletçilikle yürüten, ana tüketim maddeleriyle besin maddelerini tekele alan, iç ticareti, dış ticareti aralıksız denetleyen, pazarda fiyatları belli bir çizgide tutan bir ekonomik sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenmez. Bütün bu işleri başarabilmek, kısacası toplumun var olabilmesini savunmak için sizin devletiniz, sırasında, despot da olmak zorundadır. Sizin devlet merkezcilikten, bürokratlıktan, hatta despotluktan vazgeçtim dese, siz bunalınca ayaklanır, bunları geri getirmesini ister, hatta bunun için onu zorlarsınız…” dedi, Karlos Çorbacı o gün bana, paşa emmi, aşağı yukarı…
Doktor Münir, içini çekerek sustu.
Cemil, dinlediklerini toparlamaya çalışıyor, Patriyot pek bir şey anlamadığı halde, anlatılanların önemini sezmiş, açıklama bekler gibi Halil Paşa’ya bakıyordu. Halil Paşa el yordamıyla paketi bulup bir cigara çıkardı:
Çok önemli! Hürriyet naralarıyla gelip hemen despotluğa başlamamızın nedenini açıklamış olmuyor mu gâvur?
Ben de üstünde çok durdum bu despotluk işinin… Orta Asya’da, büyük şölenlerden sonra, çadır sahibinin karısını bileğinden tutarak uzaklaşıp her şeyini misafirlerine yağmalattığı bir gerçek… Orhun Yazıtları’nda, hakanın, “seni aç buldum doyurmadım mı, çıplak buldum giydirmedim mi?” dediğini de biliyoruz. Demek ki, bizde devlet, böyle sorumluluklar yükleniyor. Bunları başardığı sürece de, halkları, hadi, despotluğa katlansınlar diyelim. Ya halkları yedirip giydirmekte, iç karışıklıklara, dış tehlikelere karşı korumada devlet ödevini yapamaz olunca, despotluğa insanlar niçin boyun eğsin? Bak paşa emmi, ben bizdeki bu anayasa, hürriyet çabalamalarını, zengin yetiştirme debelenmelerini nereye bağlıyorum?… Osmanlılar, görmüşler ki, devlet fakirleşip güçsüz düştüğünden eski ödevlerini, halklara karşı, artık başaramayacak… Sorumluluğu, devletin üstünden atıp Batı’da olduğu gibi, sınıfların omzuna yüklemek istemişler. Oysa Doğulu zengin başka, Batı’nın burjuvası başka… Bizim zengin burjuvalaşamaz mı? Hayır! Devletin zenginleştirdiği, ister istemez devletin emir eri kalır. Batılaşmak bunun için kurtaramadı bizi… Devleti güçleştirmeye kullanacak yerde zengin yetiştirmede kullandık Batılaşmayı… Devleti eskisi gibi her şeyden sorumlu hale getirmeye çabalasak, bunu başarabilmek için, sırasında despotluğa kalkacak… Oysa, her şey kolayca tabu olur Doğu’da… Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil anlaşılmaması şarttır. Biz yüz elli yıldır hürriyet türküsü çağırıyoruz. Yerleşti bu türkü memlekete… Kaldı ki verdiği sözü tutamayan, sorumluluklarını yerine getiremeyen despotluklar halka zulmetme hakkını da, gücünü de nerden alacak? Bu sebeple paşa emmi, Anadolu’da kuracağımız yeni Türk devletinin yaşamasını “Belki”ye bağladım. Hem insanları çalıştırmak için zorlayacağız, hem de bunu aşırı despotluğa kendimizi kaptırmadan yapacağız. Anladın mı, iş ne kadar çetin!   “


Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her 
an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım. Tası
mı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim. Beni uyandır.

Ruh Adam / Hüseyin Nihal ATSIZ

"İnsanlar, babalarıyla analarının dağ gibi ümitleriyle dünyaya geldikten sonra denizler gibi ümitsizlikler içinde boğularak kaybolup gidiyorlardı..."


Nuri Pakdil

Yeniden, gerçek dostluğu yürürlüğe koymak şart. Kişisel rahatlığa veda etme şart. Eylem’i ‘’eğlen’ vezninde düşünmemek şart. Kalbimizi yontmak şart. Cebimizdeki parayı bir günden fazla bulundurmadan eyleme dönüştürmek şart. Beş vakit namazı camide kılmak şart. Bir Allah kuluna yine onun rızası için can u gönülden selam vermek şart…

Şah Hatayi

Muhabbet bağında bir gül açıldı
Bir derdim var bin dermana değişmem
Yüküm lal-i gevher mercan saçarım
Bir derdim var bin dermana değişmem

Cemi kuşlar dile gelir yazım der
Gövel turnam Şam'dan gelir güzüm der
Benim yarelerim tuzum tuzum der
Bir derdim var bin dermana değişmem

Garip bülbül gönlüm eğler ses ile
Nicelerin ömrü gitmiş yas ile
Aratıp bulduğum pir heves ile
Bir derdim var bin dermana değişmem

Mende eyder niyazım var özüne
Güzel pir ayıbım vurma yüzüme
Yarelerim hoş görünür gözüme
Bir derdim var bin dermana değişmem

Şah Hatayi'm muhabbete bakarım
Men doluyum men dolana akarım
Güzel pirim bir dert vermiş çekerim
Bir derdim var bin dermana değişmem


Aşkın Diyalektiği / Rasim Özdenören

‘Kalp için ötekinin (maşukun) anlamı nedir! Her yerde maşukunu gören kalp öyleyse onu nerede aramalı! Kalp her yerde maşukunu görür de peki gördüğü her şey maşuku mudur! Âşık için artık her şey Leyla’dır.’


Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar / Nazım Hikmet


Merhaba!

Kardeşim Kemal Tahir,

Mektubuna senin sırayı güderek cevap vereceğim. Uyandırılmış Toprak, roman ve sanat eseri olarak, elbette ki, Gogol, Tolstoy, Balzac filan gibi büyüklerden sonra okunursa ve onlarla ölçülürse bir hayli acemi kalır. Hatta ondan bir gömlek daha kuvvetli olan Sakin Don Üzerinde romanı bile böyledir. Fakat Şolohof'da, bütün şartları göz önünde tutulursa, yeni ve büyük sosyalist edebiyatına ilk defa getirdiği bir realizm cesareti var ki, bence onun bu edebiyatta şimdilik yaptığı en büyük başarı budur. Yoksa romancı kültürü bakımından Aleksi Tolstoy ve Ehrenburg'la da hâlâ övünülemez. Ama dediğim gibi, bu mukayesede de bir hal var ki Şolohof'un lehinedir: Gerek Aleksi Tolstoy, gerekse Ehrenburg, tabir caizse, münevverlik tabakasından gelen büyük romancıların, büyük Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, Gogol'ün, Balzac'ın filan ilk göbekte inen mirasçılarıdır ve onların bütün nakise ve meziyetlerini tevarüs etmişlerdir.
Halbuki Şolohof bu büyük münevver romancı neslinin mirasını elbette ki kullanmakla beraber, hatta bazen bunu beceriksizce kullandığı halde, esas itibariyle yeni sosyalist şeraitindeki, tabir caizse, insanın, halkın ve hatta sosyalist köylü ve amelenin içinden çıkmadır. Bu bakımdan onun sosyalist edebiyatındaki rolü bence çok mühimdir.

…….


London'da iki taraf var: Şehvetle kadın etini ve içkiyi sevmesinden başlayarak sensüaliteye olan dehşetli bağlılığı ve zaman zaman burdan gelen reybilik ve diğer taraftan yeni bir insan dünyasına inanışı. Bu iki taraf onda boyuna çarpışıyor. Ve sosyal şartları, o muazzam ve benim bütün kusurlarıyla pek çok sevdiğim yazıcıyı bir tereddütlü çıkmaza sokuyor. London hakkında Sinclair'in Altın Zincir isimli kitabında çok enteresan bir etüt okumuştum.

Roman bahsine tekrar dönmek lüzumsuz. Yalnız Nurullah Ataç'ın Gorki için söylediklerini asla kabul etmiyorum. Bilakis, Gorki insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü yeryüzünün en büyük şairidir. Ama Nurullah, Gorki'yi bildiğimiz manada roman ölçüsüne vurmuşsa kabahat kendinde. Gorki'ye romancı demek Marx'a sadece iktisatçı demek kadar gülünçtür. Bu bahsi de uzatmakta mana yok. En büyük şair, ressam ve musikişinas ve kavga adamı Gorki'yi bir Balzac, bir Tolstoy ve bir Dostoyevski filan gibi romancı ölçüsüyle ölçmek ve öylece hüküm vermek eşekliğin dik âlâsı olur. Sana bir şey söyleyeyim mi, Kemal, roman hakkında filân kâfi derecede konuştuk, lütfen otur ve yaz. Sana söz veriyorum ki iyi ve mükemmel yazacaksın.

Ingiliz romanı hakkında benim şöyle bir kanaatim var: Epeyce okudum; bana sorarsan, ana hattında Ingiliz romanı Dickens vesaire gibi mümessilleriyle küçük burjuva lirizmini, küçük burjuva yumuşak soyundan tenkidci anarşizmini ve küçük burjuva santimantalizmini realizmin potasında eritmeye çalışarak büyük ve bazen göz yaşartacak eserler vermiştir. Ama, ne bileyim, bazen bu santimantalizm ve bazen dört başı mamur fıkracılık bu çeşit romanın zaafı, darlığı ve sadece romandan başka şey olmaması keyfiyetini doğuruyor. Kipling gibi mümessilleriyle Ingiliz romanı ise 'Ingiliz Imparatorluğu gibi mazbut' daha doğrusu dışından mazbut ve şahane bir şeydir. Ama ben Ingiliz romanında, hatta Amerikan romanlarında olduğu kadar, büyük insan meselelerini cesaretle işleyen bir örnek görmedim. Bak Ingiliz tiyatrosu başka. Hatta Ingiliz şiiri de öyle. Tiyatrosu da, şiiri de elbette ki Halide Edip ve Nurullah Ataç'ın hudutlarını aşan bir şey, ama romanı, ana hatlarında tam bu bayla bu bayanın anlayacakları soydan.

Sana on beş lira yolladıktan sonra, derhal bir on lira daha gönderdim. Alınca bildir. Bayram ertesi yine para yollarım. Tercüme işinden para alamadık, ama tezgâhlar biraz işledi.

Af meselesi hakkında Sefer'e söyleyecek sözüm kalmadı sanıyorum. Meclis 1 Teşrinisanide toplandığına ve bir af layihası yapılacağı söylendiğine göre, af yok. Ama belki başka bir vesileyle bir şeyler yaparlar, orasını bilmem. Sefer'e böyle hiç istemediği bir haberi verdiğim için çok müteessirim.

Piraye'den mektup aldım. Sana çok selam ediyor. Onun da başında bir dert var: Bizim kız, istemediği, yani Piraye'nin beğenmediği bir delikanlıya varıyormuş. Üzüntü içinde. Elimden geldiği kadar bunun o kadar da haiz-i ehemmiyet olmadığını anlatmaya çalıştım. Kaynana damat nasıl olsa anlaşırlar. Yani yakında, Piraye nine, ben dede olabilirim.

Seni hasretle kucaklar arkadaşlarına selam ederim.