30 Haziran 2012 Cumartesi

29 Haziran 2012 Cuma

Orhan Veli

Bir insan daha var, çok şükür, evde;
Nefes var,
Ayak sesi var;
Çok şükür, çok şükür.


AYRILIŞ / ORHAN VELİ KANIK




Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam

A.cahit zarifoğlu

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni 
Hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım.



28 Haziran 2012 Perşembe

Kısa Pantolon, Paslı Çakı, Dizde Kabuk Bağlamış Yara, Kısa Çakı, Paslı Pantolon, Gözde Yarası Kalmış Kabuk/İsmet Özel

Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
Bahçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt, avluda sadece ikimiz kalınca
Kızıp en sevecen adımlarla üst kata çık
En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

Yumru bastım iş değildi hake çakılmak bayırdan
Dağ sıradağdı hangi haşin belden yol veresi
Gece hep süzüldü yukardan lakayt kehkeşan
Altımda hep beni yutmaya çağladı nehir
Yetişir hecelemem sök beni bir kere
En zoruma gideni yap hegame getir
Çel beni tökezlet tuttur çitlere
Ahla istida edecek ahval değil
Kim bana kıymazsan bilebilir
Dünya dedikleri samut küp
Acılar tıkandıkça bende
Hep seni seslendirir.


25 Haziran 2012 Pazartesi

Cemil MERİÇ


Okurken araştırmağa çıkacağınız maden:Yazarın düşüncesi veya niyeti.Araçlarınız:Zeka ve bilgi.Kayayı kıracak,madeni eriteceksiniz.Önce kelimeyi fethedeceksiniz,sonra heceleri,harfleri…



24 Haziran 2012 Pazar

Haydar Ergülen / Yangın Yer Yer Devam Ediyordu

bırak sevgilim yol senden geçsin
önce davranan, sevgilim, bu kez bağışla
kalanları, biz gidenleri kutlamak için
alkış arıyoruz kimin elinde kaldıysa

bırak sevgilim bu yangını sen bağışlama
bunca iz, işaret bağışladın dünyaya
Dikkat Çocuklar! bıraktın, biz geçtik
biz geçip gitmek için bırakılanlar
kimsem çok, gidenim yok! demek içindik
sevinmek içindik; göç gidiyordu işte,
sır kalıyordu, kurtulan kurtulana gibiydik
birbirimize katılıyorduk ama: -yangın bizden
kurtuldu! diyenimiz de yoktu, ateşin tersine
dönmesinden korkan en duyarlımız bile:
-yangından ben kurtuldum, ruhum kül oldu!
çaprazında tutuşmuştu: -hangi yangını seçsem
iki ateşin arasındayım, ruh ve ten!
yangın yer yer devam ediyordu...

bırak sevgilim şimdi yangın şehirdir
sana bıraktığım sessizlikten birkaç kelime
kalmıştır hâlâ yangından konuşmak için,
şimdi erdem herkesle sır olmakta değil,
hangi kışa rastlasan konuk olmakta!
kuşlar gördüm ne kuşu ne kış konuğu
kuşlar gördüm bir dalı bir dal için kırıyorlardı
öyle üşüdüm ki kafesimde onlardan çok...

şimdi kuş ateşe düşmemiş olmaz
ateş beslemeli ağzında, kanat düşürmeli
yangına, altın tüy dökülmeli, kuş oluşmalı,
bu kuş olabilir misin, sır böyle taşınır
sevgilim, sır arayan sende ateşiyle tanışır!

bırak sevgilim yol senden geçsin
kayıkta göl var, kuşta gökyüzü
ama kimse beklemiyor kimseyi
hem gidince ne olacak bir şeyi

vardın, oldun, kayboldun
şimdi ortasındasın
ne kayık göle dahildir artık
ne kuş gökyüzünde seferi
yangının içi şehir
yol senin içindedir

ya yol senden geçmeli, ya yol senden geçmeli!
sen dönmelisin geri, sen dönmelisin geri!

Cemil Meriç - Bir Facianın Hikayesi


Abdülhamid katiyen zalim değildi. Adına ve hatırasına eklenen “Kızıl Sultan” lâkabı tarihin en büyük yalanı. Boğdurulup yok edilen devrimci talebeler masalı yalan, çuvallara dikilip Boğaz’ın sularına atılan saraylı kadınlar hikâyesi yalan! Tam tersine... Abdülhamid şiddetten nefret ederdi. Tahammül edemezdi kan akmasına, maddî eza duyardı. Nefret ederdi darağacından. Affetme salahiyetini her vesileyle kullanırdı. Hatta suiistimal ederdi. Nizamî muhakeme tarafından verilen idam hükümlerinin hemen hepsi otomatik olarak sürgüne tahvil edilirdi. Siyasî hasımlarına karşı başlıca silahı sürgündü. Ustaca derecelendirilmiş bir sürgün: Yemen veya Fizan’da gözaltında bulundurulmaktan tutunda Payitaht’tan az veya çok uzak vilayet veya kazalarda valilik veya kaymakamlığa kadar. Sürgüne yollanılan maaş alır, iaşe ve ibatesi temin edilir ve daima Payitaht’a dönmek ümidini muhafaza ederdi. Çok defa efendi olarak gidilir, bey olarak dönülür, paşa olarak dönülürdü. Belki bu da bir hesaba dayanıyordu.
Abdülhamid’in ayırıcı vasfı trimetrik (düzenleyici) olmaktır, kombinezonlara bayılır, kesin çözümlemelerden hoşlanmaz. Hiçbir bağlılığı önceden reddetmez, sönmez bir kin tutuşturmak istemez. Şiarı: korksunlar ama nefret etmesinler. Bir kelimeyle faydacı ve şüpheci. Ne var ki, bu vasıflarının altında hakşinas ve âdil bir hükümdar saklıdır. Tebaalarının -siyasî olması da- medenî haklarına saygılı herkesin mülkiyet hukukuna riayetkâr bir padişah. Uzun süren saltanatı boyunca, makamından faydalanarak meşru olmayan bir kazanç elde etmeğe kalkıştığı veya birinin rızası hilafına ve kanunî bir tazminat ödemeden malını gasp ettiği görülmemiştir. Demek ki, munsif ve âdil oluşunu sadece hesaba ve sadece politikaya atfetmek doğru olmaz.

Mustafa Kutlu-Vatan Yazısı

Mustafa Kutlu'nun 19 Ocak 2011 Çarşamba günü Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan muhteşem "Vatan" yazısı...

Ömrümü "Vatan-millet-Sakarya" diyerek, bazılarının müstehzi tebessümleri arasında geçirdim. Hâlâ aynı yerdeyim. (Bazıları "bıraktığımız yerde otluyorsun" diyebilir. Canları sağolsun).

Bu yazıyı bir ömrü uğruna tükettiğim "vatan" ne imiş acaba sorusuna cevap olur diye yazıyorum. Vatan elbette belirli anlaşmalar çerçevesinde çizilen sınırlar içinde kalan toprak parçasından ibaret değil.

Bu sınırlar resmiyet ifade eder, tarih içinde çeşitli sebeplerle değişir. Ama mesela Kızılırmak değişmez (İklimler değişiyor evladım, o da değişir diyenler olacak. Olsun bekleriz biz. Sabırlıyız.)

Vatan efsaneler, masallar, destanlardır. (İşte bir yerinden başladım). Nene Hatun, Deli Dumrul, Köroğlu'dur.

Vatan coğrafyadır. (Bunu kavramak zor) Yani Ağrı Dağı, Toroslar, Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi, Anzer Yaylası, Göcek, Tosya, Ermenek, Çukurova, İstanbul Boğazı, Uludağ, Palandöken say babam say; yayladır-ormandır-ovadır-çaydır-pınardır. Bir ucu Vardar Ovası'nda, bir ucu Halep Çarşısı'ndadır. Vatan Dadaş'tır, Gaggoş'tur, Efe'dir; yiğitlik vurmakla-ağalık vermekledir.

Vatan Mevlittir, Itrî'nin Tekbiri'dir, Ezan'dır, minare ve kubbedir, sebildir. Vatan ilahidir, türküdür. Bir ucu Yemen'de bir ucu Estergon'dadır. Vatan Kur'an'dır, namazdır, Cuma'dır, secdedir, duadır. Vatan sürülen topraktır, taze topraktan çıkan buğudur. Tıpkı fırından çıkan Vakfıkebir ekmeğinin buğusu gibidir. Vatan Diyarbakır karpuzu, otlu peynir, Pervari balı, Antep baklavası, Tatar böreği, Selanik gevreği, Arapaşı, Çerkez Tavuğu, Babukko'dur.

Vatan kültür değildir, sadece dil, sadece müzik, sadece halk oyunu, sadece din, sadece bayrak, sadece sadaka taşı, sadece vergi, sadece milli gelir değildir. Vatan kişinin karnının doyduğu yer de olabilir, gözyaşının aktığı yer de.

Bu sebeple Çanakkale Şehitleri, Sarıkamış, Sakarya, Mohaç, Niğbolu, İstanbul'un fethi, İstiklal Savaşı ve İstiklal Marşı vatandır. Vatanın tapusu şehitlerin mezar taşlarıdır.

Vatan sevmektir, benimsemektir, önemsemektir. Vatan mevcudun mânasıdır. Vatan ecdadın mirasıdır. Vatan nutuk değil vasiyettir. Hem vasiyet hem nasihattır. Vatan verilmiş sözdür. Söz namustur. Namusun ne olduğunu namussuzlardan başka herkes bilir.

Vatan Yunus'tur. Yunus Emre'dir, neden, çünkü vatan onun yokluğunda yerine koyacak bir şey bulamamaktır. Vatan dayanışma, paylaşma, adalet, şefkat, merhamet ve fazilettir. Vatana gösterilecek muamele hürmet-hizmet ve merhamettir. Vatan ahlaktır. Vatan tevazu ve kahramanlıktır.

Vatan Selimiye'dir, Hacı Ârif Bey'dir, Mevlana'dır. Vatan "bana ne" diyemeyeceğiniz bir şeydir. Vatan bu dünyada âhıret için çalışılacak bir imtihan mekanıdır. Vatan kitaplar, kütüphaneler, âlimler, şeyhler, tekkeler, üniversiteler, taş-toprak-ağaç-kuş ve uçsuz bucaksız bozkırdır. Bozkırda esen rüzgârdır. Kangal iti, sürü, çoban ve kavaldır. Vatan Nemrut'ta batan güneş, İshakpaşa Sarayı'na dolan gün ışığıdır. Vatan Ayasofya, Hacı Bayram, Ak Şemseddin, Eyüp Sultan ve Hacı Bektaş'tır.

Vatan davul-zurnadır.

Vatan baş-bar, halay ve toprağa vurulan dizin izidir.

Vatan sadece kültür, sadece inanç, sadece hatıra, sadece ortak çıkar, sadece ülkü birliği falan değildir.

Vatan kandır. Gözün bebeğidir. Ayaktaki ferdir. Vatan genetik, botanik, fizik, kimya vb. gibidir. Ancak ölçüye tartıya gelmediği için sadece bunlarla belirlenemez. Vatan aynı anda hem maddî hem manevî bir varlıktır. Akıl ile kavraması zor, kalp ile sevilmesi kolaydır.

Başını secdeye koyduğun yerde hür ve müstakil olmaktır. Namazda makam, mevki, dil, ırk tanımaksızın aynı kıbleye yönelmektir. Vatan kardeşlik, vatan barıştır. Vatana kastedene karşı kelle koltukta savaşmaktır. Vatan namusu kadar; suyunu-toprağını-kurdunu-kuşunu-börtü böceğini kem gözlerden sakınmaktır. Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye; ne falan ideolojiye ne stratejik ortaklığa.

Vatan sevgilidir. Aslı'dır, Kerem'dir, Leyla ile Mecnun'dur. Vatanın fertleri bir tarağın dişleri gibidir. Vatan hemşehrilik, vatan komşuluk, vatan başını omzuna koyup ağlayacağın bir arkadaş, askerlik, vatan futbolculuk, doktorluk, hemşirelik, mühendisliktir.

Vatan kuş uçmaz-kervan geçmez köylerde dil bilmez çocuklara öğretmenliktir. Vatanı şairler şiire, bestekârlar musikiye, âlimler yazıya, ressamlar resme, fotoğrafçılar fotoğrafa nakşetmek ister.

Vatan bunlara sığmaz.

Vatan ancak vatan için atan bir kalbe sığar.

Yahu Mustafa Kutlu o kadar deştin o kadar karıştırdın, o kadar gevezelik ettin ki, vatanı çorbaya çevirdin yani. Hay ağzına sağlık. Vatan zaten hastaya götürülen bir tas çorbadır. Vatanın hamasete ihtiyacı yoktur. Bunu ancak vatandan ayrılanlar anlar. Vatandan gayrısı gurbettir. Gurbette duyulan hasrettir. Bir tas çorbaya duyulan hasret.

Daha derine dalarsak vatan dahi bu dünya gibi bir gölgeliktir. O gölgelikte Cenab-ı Hakk'ın emri uyarınca bir nebze dinlenmektir.

Sonrası ebedî âlem.

Ebedî âleme imanımız tamdır.

Lakin mahiyeti meçhulümüzdür.

Yukarıdan beri sayageldiklerimizi sevmek milliyetçilik; onları muhafaza etmek muhafazakarlıktır. Bu iki kavram vatandan ayrılmaz. Sözlerimize burun kıvıranlara "bunlar eskimiş şeyler" diyenlere ancak şunu söyleyebilirim: "Eskilerden kaç kişi kaldı". Yahya Kemal ile bitirelim:

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;

Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Kelimeler Ve Kader / Esra YALAZAN


‘’Yazmaya iten güçlü dürtü Yourcenar’ın anlattığı gibi tek bir cümleden ibaret olabilir.Belki sadece bir ses,imge,dokunuş,hayal ya da sıradan bir hikaye olur puslu bilincin gölgesinde saklanan ilham perisi.Balzac bir zamanlar gerçekleşmesi imkansız bir düş dediği İnsanlık Komedyası’nın fikrini insanla hayvan arasındaki karşılaştırmaları okurken bulmuştu.Nietzsche,musiki olarak kabul ettiği Zerdüşt’ü bir göl kıyısındaki kayın ormanlarında yürürken duydu.Nazım Hikmet iri gözlü oyuncu Eliza Binemeciyan’ı sahnede görünce ak ellerinden,güzel İstanbul Türkçesinden çok etkilendiğinde ilk piyesi yazmak istediğine karar vermişti.’’

Kelimeler Ve Kader / Esra YALAZAN


‘’Tolstoy Savaş Ve Barış için hazırladığı önsöz taslağında her zamanki gibi akılcı eylemlerinden ayıramadığı hislerinin kaydını tutmuş:’’Benim için gitgide anlaşılır hale gelen ve kararlı bir şekilde açık ve kesin imgelerle kağıda dökülen 1812 yılının tarihini yazmaya defalarca başladım ve defalarca yarım bıraktım…Ama zaman ve güçlerim an be an ilerledi ve ben kimsenin hiçbir zaman benim söyleyeceklerimi söyleyemeyeceğini anladım,ama bunu nedeni benim söyleyebileceklerimin insanlık için çok önemli olması değil,yaşamın bilinen yönlerini,başkaları için önemsiz olan yönlerini sadece benim,kendi gelişmem ve karakterim nedeniyle,önemli sayıyor olmamdı.’’

Andrei Platonov


‘’Eyleme geçmediklerinde,fazla akıl peydahlanır insanlarda,ki aptallıktan bile kötüdür o.’’


Şinasi


‘’Hakikat içimizde kalan arzu,hayal ise elimize geçen vuslattır.’’


Yeniçeri / Necip Fazıl KISAKÜREK

‘’Menfî manâsiyle Yeniçeri ve Yeniçerilik,fikir ve iman,aşk ve ahlâkını kaybetmiş bir kuvvet manzumesinin en canhıraş vahşet manivelası haline geçişidir ve dört kelimelik bir ifadeyle fikirsiz kuvvetin nefsanî ihtilâlidir.’’


22 Haziran 2012 Cuma

Abdurrahim Karakoç

Çileyi koklayıp gül niyetine, 
Zindana girersen beni de çağır.
Sabrı, kanaatı bal niyetine
Ekmeğe dürersen beni de çağır.

Bazen iki dünya sığar içime, 
Bazen iki güneş doğar içime.
Bazen gam yağmuru yağar içime
Sen beni ararsan, beni de çağır.

Dostların var ise divanelerden, 
Göz yaşın aktıysa minarelerden.
Binlerce senelik viranelerden
Birşeyler sorarsan, beni de çağır

Ezelin ezelden öncesi vardı, 
Yine sonsuzluktur sonsuzun ardı.
Zaman yumağına bizi kim sardı? 
Aklını yorarsan beni de çağır.

Dışarda göz yanar, içerde yürek, 
Taahhüt ehline tahammül gerek.
Mazlum yarasına merhem diyerek
Göz yaşı sürersen beni de çağır. 


İhsan Deniz/Bozgun Siperi

"yalnız senin dudağından sızan o harfe sığınmak için geldim..."


21 Haziran 2012 Perşembe

Sezai KARAKOÇ

Sen cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu onlara anlat..


-Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar-


İşte bunun için doktor, kolumun başka tarihi var, bacağımın başka. Hangisinin beni nereye götürdüğünü bilemiyorum. Her birinin de başka hastalığı var. Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor; kolum bacağım tabiri caizse başını alıp gitmek istiyor. Fakat, alıp gitmek istediği baş onun değil ki. Bütün organlarım böyle hastalıklı bir başın buyruğunu dinlemek istemiyorlar. Hastalıklı beynimin de oyunları var: Büyük hayaller kuruyor ve ne yazık ki beceriksiz organlarıma söz geçiremiyor. Onlar da aklımın yaşantısını rezil ediyorlar.





Cahit ZARİFOĞLU

Düştüysem eğer
sana bakarken düştüm...



20 Haziran 2012 Çarşamba

Şeyhülislâm Yahyâ

Ya seferdir ya tahammül çünkü aşkın çaresi


Ciğerdelen / Safiye Erol

''[...] Hayat denilen yapının biz sanatkarlar, orta katından ayrıldık, yedi kat göklere çıktık. Fakat cennetin bayıltıcı nur kaynaşmasında erimedik.yedi kat yerin dibine geçtik, kanlı çekiler baskısında çürümedik. Katıksız öz mayamız varmış, geri döndük [...] orta kata yerleşmeye geliyoruz. Bizden, uzak diyarlar kokusunu alan orta katlılar yadırgar gibi duruyorlar [...]halbuki orta katı çok iyi anlayanlar, oradan hiç ayrılmamış olanlar değil, altında üstünde ne bulunduğunu gönülleriyle deneyip yaşamış olanlardır.''

Âşık Meydanî

Meydanî Merih'de yayla yaylayak
türküler söyleyip coşup çağlayak
yıldızları yıldızlara bağlayak
sen o yandan ben bu yandan sevdiğim


Hafız-ı Şirazi

Dedim: Çekiyorum gamını; 
Dedi: Geçer gider gamın. 
Dedim: Ol benim mâhım. 
Dedi: Dur bakalım. 
Dedim: Müşfiklerden vefa öğren. 
Dedi: Pek az görülür güzellerde. 
Dedim: Kapatayım bakış yolunu hayaline.
Dedi: Hırsızdır; gelir başka yoldan.
Dedim: Zülüflerinin kokusu gümrah etti alemde beni.
Dedi: Bir bilsen, o da rehber olur sana.
Dedim: Ne güzel bir hava!
Sabah yeliyle geliyor.
Dedi: Serin bir meltem;
Dilber yurdundan geliyor.
Dedim: Öldürdü bizi lal dudakların.
Dedi: Kul olmaya bak;
gözetir o kullarını.
Dedim: Söyleme kimseye, yaklaşıyor vakti.
Dedim: Gördün mü, nasıl geçti işret zamanı!
Dedi: Sus Hafız; bu keder de geçer!

16 Haziran 2012 Cumartesi

Çocukluğumuz / Sezai Karakoç




Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmaktan bir sedef her çocukta

Babam lambanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

Kediler mangalın altında uyurdu
Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı
İnanmış adamların övüncüyle
Sabırla beklerdik geceleri

Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi




İşaret / Sezai Karakoç



Ne zaman yandı elin 
Ne zaman yaktı ellerini hatıram 
Ne zaman bir yüzük gibi taktı hatıram 
Bu gizli ve acı işareti, gelin

15 Haziran 2012 Cuma

Sibel Eraslan/ Çöl~Deniz Hz.Hatice


Hatice sadece bir çift âşık göz değil.
Hatice sadece nehre yatak.
Sadece sancağa burç değil.
Hatice aynı zamanda “eller” demek.
Allah’ın Sevgilisini emanet ettiği kadın elleri, aşkın elleri.
Aşkın evi.
Vahyin çatısı.
Gözbebeğin çerçevesi.
Zemzemin kuyusu.
Mağaranın yoldaşı.
İnci’nin istiridyesi.
Define’nin sandığı.
Sevgili’nin sırtına hırka.
Hatice, köşesiz ve kusursuz çember.
Hatice, avuçlarından su içtiğimiz emek sahibi ellerin adı.
Hatice, Aşk’a kapı, Sevgili’ye kab.
Hatice, ol emri karşısında kainat.
Hatice göğün altına uzanmış arz.
Hatice, varlığı Mim harfine ev kılınmış kadın.
Hatice, tekvin kokusu.
Rüyası gerçeğe çıkmıştı Hatice’nin.
Güneş evine doğmuştu.





14 Haziran 2012 Perşembe

Nazan Bekiroğlu / Cümle Kapısı


Piraye: GEREKÇESİZ AŞK

Nâzım. Türk edebiyatının bu şaibeli ama çekici çocuğu. Kalpleri kategorize etmek mümkün olsaydı, “kalbi her güzel şeyden yara almaksızın kurtulamayanlar” sınıfına yazılabilecek olan bu romantik şair.

Bir roman kadar şaşırtıcı ve ancak hayat kadar acı olan hayatı üzerinde oynayan bütün kalemler “mavi gözlü dev”in çok tekerlekli bir savaş arabası gibi aşka çokça açık yanından bahsetmeden geçemezler. Aksi takdirde eksik kalır hikâyenin büyük parçası.

Nüzhet, Piraye, Münevver, Vera?

Sadece evlilikleri için söylemek gerekirse bile; “Nâzım’ın kadınları” diyebileceğimiz bu dört kadın, bir tek ilki, Nüzhet Hanım müstesna, onun nikâhına bir başka nikâhın bağını bozarak girerler.

Kaynaklar, Nâzım’ın dayanılmaz cazibesi önünde devreye giren aşkın hükmüyle hükmünü yitiren nikâh bağlarını tahlil etmek ile, bu evliliklerin zaten bozulası derecede kötü gittiğinden bahsetme zorunluluğu arasında salına dursun; gâhi aşkı gâhi hayatı işaret etmeye, gâhi birini gâhi o birini haklı çıkarmaya çalışadursun. Vâlâ Nurettin’e bakılırsa Nâzım ömrünce çok aşklıdır ama anınca çok aşklı değildir. Yani ki eş zamanda kalbi tek kadın için çarpar, kalbine kadınlar teker teker gelir teker teker giderler onun. Aynı anda iki aşkı, iki sevgilisi, iki kadını olmayışıdır belki de onu bunca aşka sahipliğinde “mazur” kılan, eğer geçekten mazursa.

Aşkın kaçınılmazı: Çile.

İlk ve son, Nüzhet ve Vera, ilk ve son ayrıcalığıyla dururken Nâzım’ın hikâyesinde, çile, en fazla da çileye sebebiyet veren Münevverin ve kelimenin tam anlamıyla ihanete uğrayarak güzelleşen Piraye’nin payına düşmektedir.

İkinci karısıdır Piraye, Nâzım’ın. Bu “kızıl saçlı bacı” tam on iki yıl bekler çok kısa bir süre birlikte olabildiği ve mutlu günlerinin hemen arkasından mahpus damlarına düşen kocasının yolunu. Zaman zaman gerçekleşen görüşmeler müstesna, ki bunların birinde hapishane kapısında oturup üçü, Nâzım, Piraye, Kemal Tahir; Gazzali’den rubailer okurlar, sadece mektuplara yani söze yüklenmiş bir aşk olur onlarınki. Böylesi bir rabıtada ise, baskın lisanıhâl olan aşkın bütün eylemleri kelâm biçiminde tezahür etmek mecburiyetindedir ve bu çok tüketici çok tehlikeli bir mecburiyettir.

Yine de bir kadının alabileceği “en güzel” mektupları alır Piraye, Nâzım’dan on iki yıl boyunca: Bunlar senin gözlerindir. Gökyüzü ellerin gibidir. Bunlar senin için oyduğum ahşap çekmecelerdir. Sevgilim, ah sevgilim! Lâkin merhamet yanı ihlâl edilmiş her bencil aşk gibi (gerçek aşk gibi?) teselli çizgisi bazen çekilmemiş mektuplardır bunlar: “Ve benim aşkımda merhamet yok ki teselli olsun”, 22/2/934. Ve ki bir şair “dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde” ağlatıp durmaktadır. Vaatler vaatler sonra… “Seni öyle mes’ut edeceğim ki kötü günlerin hatırasını bile bahtiyarlıkla anacaksın! (tarihsiz).

Böyle vaatler her zaman tehlikeli değil midir?

Niye ki bunca vaat, diye sorarken dışarıdan bakan yazıcı, öyle görünüyor ki şair kalbinin işleyişini anlamasak da anlayışla karşılayabileceğimiz Nâzım’ın aşkı törpülenip durmuştur. Çünkü zamana karşı dayanıklılığı daima şüphe götüren aşkın, en büyük düşmanı zamansa bir büyük düşmanı da yaşanmamışlık. En önemlisi de zaman geçedururken, hapishanede Piraye için çırpınışlarını, kimi Piraye’den para isteyişlerini, kimi -dokuma tezgâhı, oyma sanatı, çeviri, telif-, Piraye’ye para gönderişlerini içimiz sızlayarak izlediğimiz Nâzım’ın aşkı da her aşk gibi nihayetinde kendi çemberini kıramayan, kendi çapı kadar bir aşktır. Nâzım yazdıklarında samimîdir elbet. Az boz bir aşk değildir onunki. Çünkü âşıktır, üstelik şairdir. Ama doğrudur şairlerin kötü âşıklar olduğu. Çünkü şiir, şuur hâlidir. Şuur akıllılık demektir. Aşksa hepi topu bir cinnettir.

Nâzım’ın sebebi de bahanesi de vardır aslında: Aralarındaki dolayımın tek adı gibi görünse de aşk, yaşanma boyutu elden alınmış bir hapishane aşkının yaşanabileceği tek alan olan yazı boyutunda, ki kelâmdan başka bir şey olmayan yazı akla doğru çekedurur insanı, Piraye eksik kalmaktadır ona göre. Zaman zaman “Böyle bir mektup için üç sene yatılır vallahi” dedirtecek mektuplar alsa da Piraye’den, eksikliğin, yetmezliğin, azlığın adı koyulmuştur bir kere: “Zarfın içinden hapishane duvarı gibi bembeyaz kâğıtlar çıkmasa!” 23 Haziran 933.

* * *

Aşk ile sair bir kıymet arasında yapılabilecek mukayesede alternatif olarak önerilen tarafın kazanma şansının hemen hiç olduğunu baştan kabul etsek bile. Piraye’nin kömürsüz geçen kışlarını, tek başına büyütmeye çalıştığı çocuğunu, Nâzım’a destek olma çabasını aşktan da öte bir sorumluluk gibi yüklenişini ama bunu aşkla yapışını, hayatın türlü suret sert yüzleri arasına yalınkılıç dalışını ve hepsinden önemlisi Nâzım’ın sezdiği gibi “koskoca dünyadaki yapayalnızlığını” hesaba katmaya kalkışmak bile abes. Tam on iki yıl, hiçbir şey yapmamış olsa dahi tam on iki yıl, bir erkeği sadakatle beklemiş olmak bile bir kadını aşkın en büyük hak sahibi kılarken. Belli ki aşk Piraye’nin hakkıydı.

Ama aşkın bir hak ediş olmadığı da aşikârdı.

Piraye’de aradığı tutkuyu bulamadığını, üç ismi olan onu (Hatice Zekiye Pirayende) iki ismiyle kuşattığını ama üçüncü ismiyle kuşatamadığını fark eden Nâzım’ın bir fırtına gibi Münevver girer hayatına. Görünen o ki Piraye hayatın sertlikleri karşısında kaçınılmaz biçimde albenisiz kalan ve özgür tutsaklığında giderek ışığı sönen bir yıldızken, Münevver örselenmemiş bir kadın güzelliğidir. Ve Nâzım’la bir taşra cezaevininin müdüriyet odasında karşılaşmıştır. Kuzendirler, ilk karşılaşmaları değildir elbet, üstelik mazinin sayfaları arasında Münevver’in Nâzım tarafından mukabele görmemiş bir aşkı da kayıtlara geçmiştir ama Nâzım onu şimdi ilk kez “görmüştür”. Mazotlanmış tahta döşemenin -üzerinde duyulan yüksek ve ince ökçelerin tıkırtısından sonra bir Fransız parfümü çarpar Nâzım’ın yüzüne. Sersemletici. Bütün özlemlere ve bütün mahrum kalmışlıklara hitap edici. Ve erkek kalbi isteyicidir. İstekten! Bir mektup. İmzalanması için Piraye adına hazırlanmış bir boşanma dilekçesi. Bu kadar sade.

Ama kalplerin on iki yıllık tarihçesi bu kadar sade değildir.

* * *

Kadın kalbinin bilgi ötesi sezgisiyle Piraye, bu gidişin ayak seslerini önceden duymuş muydu? Muhtemel. Kuşku yok ki o, ölümcül darbeyle yaralanmıştı. Gururundan vurulmuş olmalıydı, kadınlığından, inancından. Abes yanıyla hayatın birdenbire yüz yüze gelmiş olmalıydı. Ama en çok da “aşktan” yara almış olmalıydı, aşk yanından. Ki hayatını aşkın üzerine kurmuş olmalıydı Piraye. Başka türlü bunca zorluğa nasıl göğüs gerilirdi ki?

Erkek kalbi, bir garip! Kemal Tahir’e hapishanede iken yazdığı âteş mektupların birinden öyle anlaşılıyor ki Nâzım; Münevver Hanıma hapishane ortamının cilvesiyle aniden tutuluverişinden rücu etmiş, yine Piraye’ye dönmek istemektedir. Aşkın yakıcı ilk etkisi yok olunca, ya da aşkın da yolları var ki tıkanınca, ak ile kara, akıl ile duygu, tutku ile minnet çatışmaya başlamış olmalıdır Nâzım’da. Kemal Tahir’e, sözü edilen mektupta, Piraye’yi yeniden fethetmeye çalışacağından, onun aşkını yeni bir aşkı kazanır gibi kazanacağına neredeyse emin olduğundan bahsetmektedir. Üstelik garip bir özgüven de taşımaktadır. Hatta zevkli bir deneyim olacaktır bu.

Yanılmaktadır:

Durmadan kuruyup durmadan yeşeren bahçeden geçmez iki kere aynı rüzgâr…

Geçmez.

Dökülen toplanmaz, adı aşksa, biten bir daha kendisi olarak başlamaz.

Ve olmaz! Piraye affetmez. Dönmez ona bir daha. Kısa zamanda boşanırlar.

Geçmişler olsun! Her şey bitmiştir. En fazla da aşkın karşılıklı yağıp duran büyülü müziği.

Belli ki onca şairliğine rağmen Nâzım, şiirden şaşırtıcı olan hayata ve hayattan da şaşırtıcı olan kadın kalbinin bazen ne kadar karmaşık çalışabileceğine yabancı kalmaktadır. Duygusu imbikten geçirilmiş bir kadın kalbinin; uğrunda ne kadar çok şey feda edilmiş ne kadar çok bedel ödenmiş bile olsa, aşkın, safiyetinden masumiyetinden bir kez şüphe duyulmaya başlanınca; yaşanabileceği akla bile getirilmeyenler yaşanıp da aşkın olmazlarına dair tahayyülün sınırları kırıldığında; her şeyi ama her şeyi, en fazla da kendisini feda edebileceğini bilmemektedir.

En fazla kendisini, çünkü Piraye ömrünün sonuna kadar Nâzım’ı sevmekten vazgeçmiş değildir. Ancak bekleme yanı inkâr edilmiş, görülme ve bilinme hakkından gönüllü vazgeçilmiş bir aşktır artık bu. Beklemeyen ve kendisini göstermeyi istemeden sadece sevmekle yetinen. Acı elbet. Ama bu kalbin sahibi aşkın en yetkin tanımıyla dikilmektedir karşımıza: Gerekçesiz aşk. Hapse giden yol, karmaşık ve çapraşık bir yığın gerekçeli karar içerir. Ancak en karmaşık olanı kuşkusuz gerçek aşkın gerekçesidir. Çünkü o gerekçesizdir.

Aşkın küllî lisanının susup da, bir telin kopup da, ahengin ebediyen kesildiği yerde sorulası en acı soru şudur artık: Aşk bir hak ediş mi? Ve evet Piraye için Nâzım artık sadece bir hak ediştir. Bu yüzden ki “gerekçesizliğiyle âşık” kadın, bütün cazibesini yitirdiğini ve Nâzım’ı çektiği çilenin karşılığı olarak sadece müstahak olduğunu fark ettiğinde, kendisine dönmek isteyen erkeğini reddeder. Bunun gururla ilgisi yoktur.

Ömrünün sonuna kadar hayatına hiçbir erkeği sokmadığı gibi özel odasını da hiçbir meraklı nazarın yağmasına sunmaz Piraye. Hatıralarla yaşamanın mümkün olduğu ondan öğrenilebilir. Oysa Piraye, Nâzım’dan ayrıldığında talipleri vardır. Azımsanır kısmetler değildir bunlar. Sadık, az üzücü, teselli verici. Teminatı muhakkak olan bir hayatı getirip Piraye’nin ayakları dibine sermeleri zor değildir. Temiz dürüst insanlardır. Onlar da Piraye’ye müstahak gibi görünmektedirler. Kabul etmez hiçbirini Piraye. Neden, diye sorulduğunda: “Nâzım’dan sonra kimi sevebilirim ki?” der.

Gerekçesi yok ki aşkı, tertemiz yaratılmışlıklarıyla sadece hak edebilen doğuştan şanssızlar hep kaybederken, “dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde ağlatanlar tutkuyla sevilenler olarak kalacaklar.


Sezai KARAKOÇ

Sen cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu onlara anlat..

13 Haziran 2012 Çarşamba

Gevheri


Ben güzelim deyu havadan uçma
İndirirler seni el yaman olur
Siyah kaküllerin gerdana saçma
Bad eser dağıtır yel yaman olur

Güzelsin sevdiğim sen de bilirsin
Ettiğin işlere pişman olursun
Gel akşamlayalım yolda kalırsın
Karanlık gecede yol yaman olur

Biçare Gevheri der halim yaman
Dağ başından eksik olmuyor duman
Elendim ben seni sardığım zaman
Aşkımız artar da hal yaman olur



Edip Cansever



Her sessizlik biraz ihtilal.

Bu Ülke Cemil MERİÇ


İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mâbede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez... Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. "Emanetleri ehline tevdi ediniz." demiş din.

Mürit: ceset. Can: mürşidin nefesi. Hint'te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.

Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.


CEMİL MERİÇ

"Yaşamak veya yaşamamak. Yıllardır bu iki zıt arzunun pençesindeyim. Hayat, acılarımın sisli camı arkasında kâh bir kâbusa, kâh bir heyulaya benziyor. Bazen komedilerin en adisi. Bazen trajedilerin en dayanılmazı. Ve içimdeki cehennemden habersiz bir dünya.. Kitaplardı benim oyuncağım. Onları elimden aldılar. Önce insanlar aldı, sonra kendileri kaçtılar benden. Ve kadınlar ki, ölüm kadar güzeldiler."

Jurnal 2, s.141-142

12 Haziran 2012 Salı

Yabancı / Albert Camus


 Akşam,Marie beni görmeye geldi,kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu.
"Bence bir,ama istersen evleniriz''dedim.
O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Başka zaman da söylediğim gibi,''bunun bir anlamı yok,ama heralde sevmiyorumdur'' diye karşılık verdim. '
'Öyleyse niçin benimle evleneceksin?'' diye sordu.
Bunun hiç bir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi,ben sadece evet demekle yetiniyordum.
O zaman Marie,''evlilik ciddi bir şeydir'' dedi.
Ben de; ''değildir'' diye karşılık verdim.
Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı.
Sonra yine konuştu. ''aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin,onu öğrenmek istiyorum'' dedi.
''Elbette ederdim'' dedim.
O zaman, ''ben seni seviyor muyum acaba?'' diye sordu.
Ben de ''bu konuda hiç düşünmedim''diye karşılık verdim.


11 Haziran 2012 Pazartesi

CÜMLE KAPISI - NAZAN BEKİROĞLU


SEVGİLİM İHANET

Kelimelerin hastalıkları varsa eğer,”ihanet” mutlaka cüzzamlı olmakla suçlanmıştır.Oysa, soluğumuz kadar yakındır da biz onu bambaşka yerlerde ve kendimizden çok uzakta bilmeyi yeğleriz.İhanet hayatımızın ta kendisidir,dikkatli bakın, göreceksiniz.

İhanet daima iki uçlu.Gerçekleşmesi için bir muhatap gerekli ve bu yanıyla aşka benziyor.Bu yüzden değil mi ki ihaneti yaşayanlar,büyük aşkları yaşayanlar kadar ünlü ve daima çift isimle anılıyor bu öyküler.Habil ile Kabil söz gelimi.Leylâ ile Mecnun .En trajik olanı galiba İsa’nın son akşam yemeği ve İşte insan. Hıristiyan batıda her şey bu çok eski ihanetin etrafında döner ve çarmıhlar artık daima omuzlardadır.Sezar’ı asıl öldüren yediği hançerden daha çok Brütüs’ün,olmaması gerektiğine inandığı bir yerdeki mevcudiyetini görmesidir.Genç Osman için de öyle. Evvelâ sarayının kapısını emanet ettiği bostancılar ardına kadar açarlar bâb-ı hümayunu ihtilâlcilere,ardından o kadar güvenerek sığındığı Yeniçeriler emanete ihanet ederek alıverirler “Osman Çelebi”nin canını.Gerçi Yeniçeriler çok çaba sarf etmişlerdir ama artık kaldırılmış bulunan 28.ortanın adı yoklamalarda her okunuşunda yeri göğü inleterek yok olsun diye bağırmaları bile alınlarındaki bu ihanet lekesini temizlemeye yetmez. Esasen Genç Osman’a ihanet edenler arasında kısacık saltanatında tutulan güneş ve yüzlerce yıldan beri ilk kez donan Boğaz sularının da kendine özgü bir yeri olması gerek.Halk, ölümüne o kadar çok ağlayacağı padişahın ,sağlığında uğursuzluğuna inanmıştır.

Osmanlı’yı kuşkusuz çok az şey Kırım Hanı Murad Giray’ın Viyana kapılarındaki ihaneti kadar yaralamıştır.Üstelik Giray, bilerek yapmaktadır:Bilirim,dine sığmaz,ihanettir cümlesini sarf etmiş olması bile tutmakla yükümlü bulunduğu köprüyü müttefik kuvvetlere hoyratça açmasına mani olamaz.

Osmanlı’yı çokça meşgul eden eşine az rastlanır bir başka ihanet de Abdülmecid’in dördüncü ikbali Serefraz’ın yarattığı ve neredeyse bir milli gaileye dönüşen “aile faciası”dır. Fazlasıyla kıskanan ve kıskanılan bir kadın olan Serefraz, Dolmabahçe’den ayrılarak Yıldız Kasrı’na yerleşmiştir. Sık sık kasra gelen Abdülmecid’i içeri almakta çok cömert davranmayan dördüncü ikbal üstelik Küçük Fesli lâkabıyla tanınan bir Ermeni delikanlısının aşkına karşılık vermektedir.Hanedana mensup bir kadının açık ihaneti özellikle sarayı çok rahatsız eder.Ailesi tarafından Adalar’a kaçırılan delikanlının Sultan’a duyduğu aşk yüzünden tekrar İstanbul’a dönmesi ise saray mensupları tarafından öldürülmesinden başkaca bir sonuç vermez.Ailesi delikanlının İngiliz,Fransız ve Rus sefaretlerine baş vurarak takibat açılmasını isterler ve mesele İstanbul’u uzun zaman meşgul eder.Bazı kaynaklarda rastlamamıza rağmen bu hikâye oldukça inanılmaz.Asıl inanılmaz olansa bunca hadiseden sonra Serefraz’ın hâlâ padişah nezdindeki kıymetini muhafaza edebilmiş olması.

İhanet Osmanlı hanedanından hiç uzak değil.Bütün saraylar kadar Osmanlı sarayının da içinde.Yavuz’un kızı Fatma Sultan, bir kişiye düştüm ki beni kelb hesabına saymaz…bir hil‘atini görmedim,bir kaftanını giymedim.Dul avret gibi dirilürüm cümleleriyle evliliğinin ve düşlerinin ihanetine uğradığını ,çok sade bir lisanla ve döneminde her hangi bir genç kadının yapabileceği tek şeyi yaparak babasına aktarır.

Fakat muhteşem ihanetleriyle Kanuni yine -bir Osmanlı trajedisi varsa- baş roldedir.İlki elbet Şehzade Mustafa etrafında biçimlenir.Nizam-ı âlem uğruna şehzade katline izin veren kanunname bir yana,Mustafa’nın katli esnasında Kanuni’nin başını çadır aralığından uzattığı rivayeti ve bunu böyle de gösteren minyatür asıl ihaneti vurgulamakta.Ve ihanete tepkiyi.Az rastlanır bir düğünle Kanuni’nin resmi eşi olmayı çok kolay başaran ve vak’anüvislere bakılırsa nikâhtan sonra muhteşem kocasının ihanetine hiç uğramayan Hürrem’in Kanuni’yi bu ihanete hazırlaması çok kolay olmamış olmalı.Ama aynı şey sadece ecel celâlilerinin aldığı Mustafa Han ile sınırlı kalmayacak ve Hürrem, isminin başındaki makbul sıfatı kısa zamanda maktul’e dönüveren İbrahim Paşa’nın öyküsüne de girecektir. Makbul İbrahim Paşa , damatların başka kadınlarla düşüp kalkması katiyen yasaklandığı halde ;Yavuz’un kızı,Kanuni’nin kardeşi gibi bir sultan olan eşine ,Muhsine adlı bir kadınla ihanet etmektedir.Kuşku yok ki,İbrahim’in sonunun hazırlanmasında bu ihanetin payı hiçti.O, seher semasında çokça ışık saçmaya başlayan bir yıldızcıktı ve muhteşem bir güneşin kaçınılmaz ihanetine uğradı.Her türlü ihtimale açık bir ikbal yolunu ayakları dibine sererken daha başlangıçta Kanuni , İbrahim Paşa’ya , kendi sağlığında bir zarar gelmeyeceğine dair yemin etmişti.Bu yüzden katline karar vermesi çok kolay olmadı.Kanuni hakkında bir eser sahibi bulunan Fairfax Downey’e bakılırsa, uyuyan kimse hayatta değildir,uyku ölüme benzer ve insan o esnada hayatla kendisini bağlayan her hangi bir bağdan müberra bulunur mealindeki ayetden hareketle İbrahim

Paşa, Kanuni uyuduğu bir esnada maktul edildi.Fakat Paşa kim bilir kendisini ölmeden önce öldüren bu ihanete uğradığı esnada,Kanuni’nin uyumakta olduğu yan taraftaki odasında aniden uyandığı ve onu Hürrem Sultan’ın teskin ettiği rivayet olunur.

Edebiyatımız,tümüyle sanat ve edebiyat ihanet güzellemeleriyle doludur.En masumları Suat ve Necip’tir kuşkusuz ve Eylül bir ihanetin öyküsü. Duygularda da kalsa ihanetin kirinin mutlak temizlenmesi gereği Mehmed Rauf’u da etkiler.Romanın sonu Mehmed Rauf’un yapabileceği en uygun şekilde gelirken ve o kadar acıdığımız ve anladığımız dahası masumiyetine tanıklık edebileceğimiz Suat ve Necib’in günahını bu dünyada ateş temizlerken ,biz galiba hangisinin daha az dürüst olduğunu düşünmek zorunda kalırız : Romanın kuralarının mı,yaşamın kuralarının mı?

İhanetin ism-i faili sabıkalı bir kelime:Hain.Ama ihanetin ism-i faili hain ise eğer bütün o Lady Makbetler,Fintenler,Therese Raquınler, Bihterler’le birlikte bizzat yazarına göre göre içindeki mücadele herhangi bir meydan savaşında bir komutanın verdiği mücadeleden daha az olmayan Vadideki Zambak’ın Henriette’i ,Halide Edib’in Seviye Talip’i,Suat ve Necip ,oyunu toplumun kurallarına göre değil de kendi vicdanının ve erdeminin kurallarına göre oynamaya kalktığı için kaybeden Anna hep hainlerdir.Bu iki grubu ayıran ve onları gözümüzde bayağı veya masum kılan şeyse,yazarın bakış açısından başka bir şey değildir çoğu kez.Çünkü yazar,bütün düşüncelerimizi yönlendirebilecek bir büyücüdür.

Anna Karenina romanı karlı bir günde ve bir tren istasyonunda başlar.Bir başka karlı günde ve bir başka tren istasyonunda biter.İlkinde Anna,toplumun saygıdeğer bulduğu sadık bir eş,iyi bir annedir.Ve çok güzel bir kadın.Sonunda ise, aristokrat Rus toplumunun gizlice yaşanmasını rahatlıkla onayladığı yasak aşkını, meşru zemine çekemediği noktada , gizlice yaşamayı onuruna yediremeyerek açıkça yaşadığı için dışlanmış bir kadın.Artık iyi bir eş ve iyi bir anne değildir.Ama yine çok güzel bir kadın.Kendi güzelliğinin ihanetine uğrayacağı yılların hızla yaklaştığının farkında,usulca bırakır kendisini bir trenin tekerlekleri altına.Çünkü güzellik ihanet eder ve doğrudur kadının iki kez öldüğü.

Tolstoy,Anna Karenina’yı içindeki Anna Karenina’nın aynı olarak anlatabilmiş midir,bilinmez ama kaç yazar,kaç şair dil’in kendisine ihanetinden müşteki değildir?Kuşkusuz hiç. Hamid’in yakalayamadığı,ancak susmak veya pek karanlık bir şey söylemek olarak tanımladığı bir şiir,dilin ihanetine karşı geliştirilmiş bir müdafaa maskesi değil midir?Akif,ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem /dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım mısralarını ağlarken , Orhan Veli anlatamıyorum çığlığıyla anlatmaya çalışırken hep bu ihanetten müşteki değil midirler?Haşim şiiri anlaşılmaktan ziyade duyulmak zeminine çekerken,Ahmet Cemil şiir lisanını baştan ayağa bir insan,adeta konuşan bir ruh olarak tanımlarken aynı şeyi söylemiyorlar mı?Şiire kadar uzanmaya gerek yok.Derdimiz hep anlatamamak ve anlaşılamamak değil mi?Ben öyle demek istemedim cümlesi ile başlayan boğucu koridorların aşılması ne kadar zordur.Ardından gelen böyle demek istedimler de daha fazla ifadeye muktedir değildir. Üstelik bize hep ihanet eden dile rağmen bizi en iyi anlayacak olanı beklemiyor muyuz sürekli?Ve bizi en iyi anlayacak olanı bulduğumuzu zannettiğimiz her defasında yeni bir ihanete hoş geldin demiyor muyuz?Ve o her defasında yanlış kişi çıkmıyor mu?

Gerçek şu ki ,kalplerin dili olsaydı,dilin ihanetine uğramadan birbirlerine daha çok şey anlatabilirlerdi.Belki Cocteau’nün bahsettiği gibi bir şairi yanlış anladığımız için sevmekten vazgeçebilmemiz için de, Paul Eluard’ın görüşünün gerçek olması ve bizim artık kelimelere ihtiyaç kalmadan şiiri kafa ile okuyabileceğimiz günlerin gelmesi gerekli.Ama galiba o zaman da ne şiir kalır,ne nesir.

Sevgilim dil’in ihaneti,sevgilim şiir çünkü.

Ve sevgilim ihanet.

Sevgilim ihanet,çünkü hayatın kendisi bir ihanete dönüşür yüzümüzde ter damlaları belirdiğinde ve ayaklarımız suya değdiğinde.Bir de bakarız ki birileri,bizimle hiç ilgisi olmayan birileri bizim için enine boyuna ölçerek hem de, bir oyun hazırlamışlar ve al demişler,yaşa,işte senin hayatın.Sesleri ne kadar ılık ve inandırıcıdır oysa.Ne kadar güven verici.Ve biz ayaklarımız suya değecek kadar kısa geçen bir zaman içinde,hayatımızın ihanetine uğradığımızı fark ederek çığlıklar atmaya başlarız.Bu çığlıklarımızı pek de ciddiye almayarak ,yaşıyor ve tahammül edebiliyorsan senindir biçimindeki imalarını dostun ciddiye ne kadar alsak da,içimizdeki fotoğrafın dışımızdakinden farklı olduğu gerçeği hiç bir zaman değişmez.

Önce anılarımız ihanet eder bize,teker teker bırakıp giderler.Her ihanet bir terk ediştir çünkü.Üstelik ne kadar kendisi olarak kalacağını vaad etse de ne dönen aynı kalır,ne bekleyen.Öyleyse her gidiş bir ihanettir,her ihanet bir gidiş.

Baharla yorumlamaya kalkarız hayatı kimileri.Baharın kendisi de bütün ihtişamına rağmen koskoca bir ihanete dönüşür.Beşir Ayvazoğlu,her ne kadar çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden güzelliklerinin garantisidir derse de,felsefi boyutta sağlam duran bu görüş, saltanatını ilân eden duygu olunca,o kadar ikna edici değildir.Çok kısa bir zamana sığdırılmış bir gül fırtınası,siz her ne kadar bir güle dönüşebilmeyi mantıksızca ve çılgınca bekleseniz de geçer gider.Mehtabı ve yıldızı da terkisine alarak.Kent git gide küçülür,yok olur.Geriye ne bahar kalır,ne gül,ne şiir.

Hafızamızın ihaneti de hiç zor değildir.En gerektiği anda dilimizin ucuna geliveren bir iki mısraın sislendiği veya tümüyle silindiği anlar ne acıdır.Veya her anını ve görüntüsünü hıfzetmeye,zihnimize kazımaya çalışsak da çok sevgili bir beraberlikten geriye kopuk cümleler ve görüntülerle salt bir duygu yumağından başka bir şey kalmaz.Üstelik o duygu yumağı da yeteri kadar açık değildir ve bir gün,ve bir gün silikleşen bir hayali de beraberine alarak sessiz sedasız çekip gider.

Hayret bile edemeyiz.

Yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti hiç gecikmez.Her gün aynada gördüğümüz o çehrenin on yıl önceki biz olduğuna kimi inandırabiliriz?Dahası on yıl sonraki biz de bu değilizdir.Hiç gecikmez yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti. Cemil Meriç’i gözleri terkeder,Beethoven’i kulakları. Son ihaneti kalbimiz yapar.Bir gün,hiç nedeni yokken bir gün usulca duruverir.Oysa kul yapısı bir cihaz hâlâ ses vermektedir veya şairin dediği gibi kolumuzdaki saat hâlâ işlemektedir .

Üstelik sevgilimiz de ihanet eder bize.Aniden,belki sebepsiz ve ne kolayca başka ve tanınmayacak bir şeye dönüşür.Artık o gitmiştir ve yok olmuştur.Padişahlar cariye çıkar , cariyeler halayık.Oysa biz ona gelebilmek için ne çok şey terk etmişizdir.Bir başka deyişle ne çok ihanet etmişizdir.

Sonra aşkın kendisi .Uğrunda karşılıklı ihanetlere kalkıştığımız ve katlandığımız aşkın kendisi.Hiç zor değildir ihaneti.Hiç bitmeyeceğini sandığımız,bizi var ettiğine inandığımız,Cemil Meriç’in ifadesiyle gizlideki dörtte üçümüzü görünür kılan aşk hiç sebepsiz,hiç ölmeyeceğini sandığımız bir yerde bizi arkamızdan bıçaklar ve usulca çekip gider. Birden gözümüzdeki perde kalkar,bütün çirkinlikler ve çıplaklıklar görünür,cennetten kovuluruz.Utanç kalır geriye,pişmanlık.Oysa aşk pişman olmamak diye tanımlanır.Şarkılar ihanet eder,eskisi kadar güzel değildirler.Şiirler yere yığılır birden,kanatları kopar gecenin.

Rüzgâr küçülür,yağmur fazlalık gelir bize.

Ve ışık söner.Geride kalan her şey sarıya boyanır .

Ama ihanetin bir rengi varsa mutlak gri olmalıdır.

Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir.Ve nedense hep de böyle olur ve biz ,bize en son ihanet edeceğini sandığımız kişinin ihanetine uğrarız ansızın.Artık bir parça Sezar olmuşuzdur.Bir yıldızlar kalır geriye,onlar da gözyaşlarının sıcaklığını duyamayacağımız kadar uzaktadırlar.Oturup hem kendimiz hem yıldızlar için ağlarız,göz yaşlarımız tükenir.Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir çünkü.Hocam Kaya Bilgegil’in kim bilir sigarasına hitaben söyleyebilmek için kaç dostunun ihanetine uğraması gerektiği şu mısrada olduğu gibi:

Zehir de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin.

Fakat en korkuncu,en dayanılmazı kendi kendimize ihanetimizdir.Kendi kendimizi hiç terk etmeyeceğimizi sanırken bir gün bakarız ki tükenmiş,yok olmuşuz.Eski doğrular terk edilen doğrulardır.Yerine koyulacak yeni doğrularımız varsa bir hainizdir,o da yoksa sadece bir hiç.Oysa yanı başımızda hiç dönmeyenler,dönse de tükenmeyenler bahar goncaları gibi boy vermektedirler ve kentin sokakları sabahın saat sıfır dörtlerinde yeni şarkılara ve şiirlere gebedir.Uyku bizi kollarına çeker.

Uyku.

Sevgilim uyku.


Cemil Meriç

H.Aslan: Aşka inanıyor musunuz?

Cemil Meriç:
 Elbette. İnsanlar arasındaki biricik insani his, aşk. İnsanı insan yapan aşktır. 

10 Haziran 2012 Pazar

Modernleşmenin Zihniyet Dünyası / Bir Tanpınar Fetişizmi / Besim F.Dellaloğlu


Türkiye’de iki binlere kadar kendini laik,modern varsayan okur kitlesi Tanpınar’ı pek okumamıştır.CHP milletvekili ve Günlükler’inde kendisini ‘’demokratik sosyalist’’ olarak niteleyen Tanpınar’ı.O kesim ne yazık Yahya Kemal’de okumamıştır,Peyami Safa’da okumamıştır.O çizgiden,o hattan kabul ettiği kimseyi okumamıştır.Ama öteki hattakiler de beriki hattı okumamıştır.Necip Fazıl okuyan da Nazım Hikmet okumamıştır.Bence hâlâ bu okumamanın,okuyamamanın sancılasrını çekiyoruz.Bu aslında tipik bir modernleşme sendromudur ve modernlik önündeki en önemli engeldir.Bu noktada Hilmi Yavuz’un bir tespitinin hakkını vermek lazım.’’Aydın kesiminde cehaletin bu kadar prim yaptığı bir ülke az bulunur’’.Bence sadece Tanpınar okunabilseydi bile çok şey değişebilirdi.



Ayşe Kadıoğlu / Cumhuriyet İdaresi Demokrasi Mahkemesi


‘’Türkiye’de iradenin muhakeme üzerindeki zaferini simgeleyen en iyi örnek,Auguste Rodin’in Düşünen Adam heykelinin bir kopyası için seçilen mekân olsa gerek.ABD’de kimi üniversitelerin bahçelerine yerleştirilen bu heykel,çıplak bir düşünce anını simgeler ve Rodin her ne kadar kendi döneminin muhafazakârlarından biriyse de,bu heykel elbette ki Aydınlanma süreci ve felsefesi ile yakından ilintilidir.Düşünen Adam’ın Türkiye’de bilinen en popüler kopyası bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunmaktadır.’’

KORKUYORUM - CAHİT KOYTAK


Upuzun soluk günler
Artık ne gencim
Ne yeterince yoksul
Ne de yollara düşecek kadar budala
Ne olacağım Yarab!
O hercaî bulut tepemde hâlâ
Otuz yedi yaşındayım:
korkuyorum.


8 Haziran 2012 Cuma

Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı


Zaman! Başkalarına zaman bulamıyorsanız, dünyanın da sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin olabilirsiniz.

Deliliğe Övgü / Erasmus


Halk vargücüyle seni ıslıklarken, sen kendini alkışlarsan, bunun ne zararı olabilir? İşte kendini alkışlamanı mümkün kılan tek şey deliliktir.


Stephen King, Yazma Sanatı

Bir yazar olmak istiyorsanız, herşeyden önce yapmanız gereken iki şey var: çok okuyun ve  çok yazın. 

Hızırla Kırk Saat / Sezai KARAKOÇ




Taşların kalp atışlarını duyanlar
Yalnız onlar okur benim söylediklerimi

4 Haziran 2012 Pazartesi

Yağmurun İyiliği / Haydar Ergülen



Çocukların küllere karışması fena,
kendilerinin olmayan bir çocukluk
bulacaklar ve beni anlayacaklar orada!
Çocukların beni anlamasına dayanamam,
korkarım en çok anlayanın en zalim
olacağından, korkarım çocuklar da...

Sen küle bırak beni zalimlerin yağmuruna
kül insandan gelir, onu anlama, beni de...
Yağmuru anla, o, tanrının iyiliğidir,
senin yağmurlu tanelerin düşseydi aklıma
bahçeme de iyiliğin düşerdi, şimdi kül
bahçesidir, yağmuru gezdirme, kötülük gelir...

Tanrının başka bahçeleri de vardır
üzümler iyileşir gibi üzgünler de iyileşir
tanrının bahçıvan olduğu günlerden kalmadır

iyiliğin bahçesi: Yağmura bak!
iyilik bir bakışta kendini gösterir...

İyisin, hem yağmur, hem bahçe gibisin,
tanrıyı seninle sevindir, unutma,
sevindirmek yağmurun iyiliğidir,
tanrıyı benimle üzme, zalimlerin
eline bırakma onu, küle bırakma!
O, yağmurun ve iyiliğin bahçesidir,
üzümü iyiliğe bırakır gibi
tutar senin de üzgün elini...

Çocukların yağmura karışması iyi,
yeter ki beni anlamasınlar!
Korkarım çocukların zalim olacağından,
yağmur dururken külü anlamalarından
korkarım, her zalimde bir çocuğa
rastlamaktan korktuğum gibi...




3 Haziran 2012 Pazar

Rilke

Rilke'nin mezar taşına, kendisinin özellikle hazırladığı bu mısralar yazılıdır...

“Gül,ey saf çelişki
Bütün göz kapaklarının altında
Hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci…”


1 Haziran 2012 Cuma

Ali Şeriati


Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır.

Jane Austen - Gurur ve Önyargı


Gurur, çok yaygın bir kusurdur. Okuduğum onca şeyden sonra şuna inandım ki gerçekten çok yaygın; insan doğası gurura bilhassa eğilimli; o ya da bu gerçek ya da hayali bir özellikten ötürü kendinden memnuniyet duymayan pek az kişi vardır.